Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Çocukken tanık olduğunuz bir dehşet sahnesi, bilinç dışında saklanarak yıllar boyu sizi paniğe sevk edecek denli travmatik olabilir.
Freud’a göre "bastırılmış" bu olay, ancak o olaya yol açan duygu etkisiz hale geldiğinde hafızadan geri çağrılabilir.
***
Geçen hafta bir grup arkadaşımla bu duyguyu yaşadık.
"Dehşet sahnesi"ne 25 yıl önce lisede tanık olmuştuk.
Teneffüsteydik. Aniden yurt kapısının camı şangırtıyla un ufak olmuş, kan revan içinde bir genç, canhıraş çığlıklarla dışarı fırlamıştı. Can havliyle bizim oturmakta olduğumuz basket sahasına doğru kaçarken, peşinden kovalayan parkalı gençlere yakalanmış, acımasızca dövülerek lisenin sivri demirli parmaklığından çuval gibi dışarı atılmıştı.
Donup kalmış, hiçbir şey yapamamıştık.
Öldüğünü duymuştuk sonra...
"Ölüm" lisedeki en kazık dersin adıydı.
15 yaşımızın fotoğraf albümünde, yavuklunun yürek çarpışı, ilk buse telaşı filan değil, bu dehşet anı, o çocuğun feryadı, onu kovalayan bir grup parkalı, parkalıları gizleyen yurt binası, aciz kalmanın utancı ve faşizmin ceberut suratı asılı kaldı.
Mezun olup da lisenin kanlı demir kapısından son kez geçtikten sonra hiç arkamıza dönüp bakmamıştık.
***
Aradan 25 yıl geçti.
Eski okulumda öğrencilerle söyleşiye davet edildim.
Önce ürperdim, anıların kasvetiyle; sonra onların üstüne gitmeye karar verdim.
O gün basket sahasında, zulüm karşısında benimle aynı aczi yaşamış arkadaşlarımı aradım. Onlar da çeyrek asır boyunca lisenin önünden perili bir köşkten kaçar gibi geçmişlerdi.
Heder edilmiş bir gençlikten arta kalan ağarmış saçlar ve erken çizilmiş yüzlerle omuz omuza döndük okulumuza...
Atatürk Lisesi, bizim uçurumumuzdu.
Ona bir kez daha eğilip bakmadan, düşme korkusunu yenemeyecektik.
***
Önce pencerelerden sarkan 3 - 5 liseliyle uyandık kabûstan...
Giderek çoğaldılar ve korkuyla avluya yürüyen bir avuç eski talebeyi tezahürata boğdular.
Tam o melun basket sahasının yanından geçerken sevgi dolu bakışlar ve sıcacık alkışlarla yıkandık.
"Yaslı gitmiştik, şen döndük".
İçeri girince gördük ki, aydınlığın orduları zaptetmiş okulumuzu; suskun sınıflar güleç mangalarca teslim alınmış. Bizim perili köşk bir yanardağa dönüşmüş; püskürdükçe akıl, ışık, umut fışkırtıyor.
Erol Üçer’in çabasıyla oluşturulan vakfın "Alev"i, dehşetengiz yurdun işkence odalarını "Eğitim Müzesi"ne dönüştürmüş; faşizmin eski panolarında şimdi dünya alimlerinin resimleri asılı...
"İşte sorgulandığım oda", "İşte dövüldüğüm salon" diye açtığımız kapıların ardında, bilgisayarlar, laboratuvarlar, satranç takımları ve tenis masaları vardı.
***
Okulu gezip öğrencilerle söyleştikçe barıştık geçmişimizle...
Eski sınıfımızın tahta sıralarında, kırık dökük anılar topladık yerden...
Uzanan eller sardı yaramızı; candan iltifatlar, cesur sorularla maziye döndük.
Hafızamıza gömdüğümüz travmayı geri çağırdığımız gün, o gündü.
Bir avuç eski liseli, çeyrek asır önce alnımız yerde terk ettiğimiz bahçede başımız dik resim çektirirken, albümümüzün eksik bir sayfasını tamamlar gibiydik.
Gecikmiş bir coşku belki; ama çok kıymetli.
Çünkü bizim için "Hayatta son gülenin kim olacağı hiç belli olmaz"ın fotoğrafıydı o...
Çıkışta Ece Ayhan’ın "Yalınayak şiir"i yürüdü geçti yüreğimden:
"Velhasıl, onlar vurdu, biz büyüdük kardeşim".