Fazıl Say, aylardır mesnetsiz bir suçlamanın hedefi durumunda...
Kendisine ait olmayan sözlerden dolayı suçlanıyor, taşlanıyor, yargılanıyor, mahkum ediliyor.
Dünya medyası tam bir koro halinde Fazıl‘ın arkasında yeraldı. Türkiye’de ise Hükümet, Adnan Hocacıların girişimiyle başlatılan karalama kampanyasının peşine takıldı. Sanal alemde neredeyse bir linç yaşanıyor.
Fazıl, bugüne kadar bu kampanya karşısında sustu. Facebook ve İnternet hesabını da kapattı; tartışmanın dışına çıktı.
“Tekrarlarsan hapse girersin” diyen bu karar, Türkiye’nin en gözü kara muhaliflerinden birini susturmuş oldu.
Sadece onu mu?
Onun başına gelenlerden ibret alan diğer itiraz sahiplerini de...
Dolayısıyla sosyal medyanın ifade özgürlüğünü kıskaca aldı. Artık herkes, yazdığını bir daha düşünüyor.
Şimdi Fazıl‘ın mahkumiyet kararı Adalet Bakanlığı’nda...Bu aşamada, Fazıl Say’la buluştuk ve yaşananların sosyal, siyasal, kültürel boyutunu tartıştık. Sorularımı samimiyetle ve cesaretle cevapladı.
Bu, Fazıl’ın konuya dair ilk demeci... Dilerim yargı, hatasından döner de sonuncusu olmaz.
Mahkumiyet kararından sonra ilk kez Can Dündar’a konuşan Fazıl Say, ‘Hayyam, Mevlana, ney, saray musikisi iyi bildiğim konulardır. Ait olduğum topraklardan müzisyen olarak hiçbir zaman uzaklaşmadım’ dedi.
Şu meşhur Twitter davasında ‘dini değerleri aşağılama’dan mahkum oldun. İnançlı insanlara ne demek istersin?
İnançlı insanlarla hiçbir derdim yok. Pek çok dostum dindar insanlardır. İnançlarına saygı duyarım. İnanç, zaten yaşamımızda en mühim konudur. Bu kimisinde dine inançtır, kimisinde yaşamaya ya da aşka, sanata veya bilime inançtır. Ama ‘din sömürüsü’ başka bir konu...
Dini kullanarak insanlara sataşanlar, baskı uygulayanlar var. Bunlar bence hem dinlere çok zarar veriyor hem de gerçek dindarlara... Farklı düşünenler sindiriliyor.
Her şey geçen yıl 4 Nisan gecesi yaşanan yazışmalarla başladı. Ne oldu o gece? Ne yazmıştın orada?
Ben o geceki dört cümle yüzünden yargılandım. Bu dört cümlenin en çok tartışılan iki tanesi , ‘Hayyam’ ve ‘Allahçı’ retweetleri bana ait değildi. Başkalarının mesajını yönlendirmiştim. Ayrıca benden başka 160 kişi daha aynı tweeti, retweet etmişti. Asıl kendi tweetlerim ise konu bile olmadı. Yani sonuçta, bana ait olmayan iki cümle yüzünden 10 ay hapis cezasına çarptırıldım. 1000 yıl sonra Türkiye’de Hayyam cezalandırıldı. Ne asıl tweet’i atanlar ne de diğer 160 kişi hakkında dava açıldı. Dolayısıyla benimkisi, özelinde beni cezalandırmaya yönelik bir emsal davadır. Ama sanal medya kullanan herkesi ilgilendiren bir cezadır.
‘Ya bizim incinen hislerimiz ne olacak?’
Şimdi dönüp baktığında dindarları rencide ettiğini düşünüyor musun?
‘Hislerin incinmesi’ konusunu bir de başka açıdan düşünsenize: Her gün ne kadar çok kere hislerimiz inciniyor; ne kadar çok konuda inciniyoruz yaşamımızda... Bunların hepsiyle ilgili mahkemelere çıkmaya kalksak bütün Türkiye adliye sarayından oluşsa, yine yetmez... Hislerin incinmesi konusunu başka mecrada tartışmamız lazım. Belki de tamir edilir o incinen hisler... Peki ya bizlerin incinen hisleri ne olacak? Benim davanın emsal olması dolayısıyla başlayan otosansürün hayatımızdaki birçok hissi incitmesine nasıl çare bulunacak?
Var mı sosyal medyada böyle bir otosansür hali?
Başladı bile... Bu, bir emsal dava haline geldi. Ben ceza aldıktan sonra birçok twitter kullanıcısı, söylemek istediklerini söyleyemez, düşündüklerini yazamaz hale geldi. Kazanan kim oldu? Kazandılar da ne oldu? Bir korku iklimi yayıldı. Nasılını bilmiyorum ama bunu yenmemiz lazım.
Aslında bu ceza, sosyal paylaşım alanlarının bir özgürlük adası olduğu zannını da yıktı, öyle değil mi?
Elbette... Bütün dünyada aldığı tepki biraz da o yüzden...
‘Dünya ürktü bu işten’
Mahkumiyetin dünyada nasıl yankılandı?
Büyük tepki çekti. Dünyanın her köşesinde, on binlerce gazete haberi çıktı. Bir tanesi bile yoktur ki ‘Çok doğru bir karar verilmiş’ desin... Dünyadaki müzikseverlerin yakından bildiği Fazıl Say, iki cümle retweet yüzünden 10 ay hapis cezasına çarptırılınca, dünyaya Mevlana’nın hoşgörüsünü anlatanlar ne kadar inandırıcı olacaklar?
Cezadan sonra yurt dışında gittiğin konserlerde nasıl karşılanıyorsun? Soruyorlar mı bu konuyu?
Sormazlar mı? İnsanların Türkiye algısını çok değiştiren bir olay oldu bu... Türkiye’nin imajı için berbat bir durum oluştu. Bundan böyle, Türkiye’de yapılan diğer haksızlıklara da dikkatleri çekmeye başlayacaktır. Dünya, ürktü bu işten... Eğer Türkiye’ye haksızlık olsun istemiyorsak, bu yaralarımızı tedavi etmeliyiz.
Diğer haksızlıklar derken, sanata yönelik diğer baskıları mı kastediyorsun?
Tabii... Madımak katliamı, Kars’ta ki heykelin yıkılması, Emek sinemasının yıkılması, baleye ‘belden aşağı sanat’ denmesi, tiyatroculara uygulanan baskılar, klasik müziğin umursanmaması, Fazıl Say’ın konserlerine sansür uygulanması, iptaller... Zaten bütün bunlar birikmişti. Türkiye’de sanata dönük baskılar ne benle başladı, ne de sonuncusu benim...
Yeni Ogün Samast’lar yaratmak!
Basının tavrını nasıl karşıladın?
Bu konu, Türkiye’deki kamuoyuna hep bulanık aktarıldı. Suçsuz olduğum anlaşılmadı. Yüzlerce köşe yazarının hakkımda yazdıkları dolayısıyla endişe içindeyim. Bahsettiğim iki cümleyi o kadar manipule ederek medyaya taşıdılar ki, sanki yeni Ogün Samast’lar yaratmak, beni hedef göstermek ister gibiydiler. İnsan hayatı değerli mi? Bir sanatçının hayatı değerli mi? Bu tarz adamlar için konu değildir. Her tür manipülasyonla elde ettikleri güç, onların tek varlığı... Bu da bana çok ama çok uzak... İyi hissetmiyorum. Yaşamım da değişti, memleket de...
Ama yanında yeralanlar da çok oldu?
Onlara müteşekkirim. Ve onlar her zaman dostum kalacaktır. Ayrıca bütün dünya da yanımdadır.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç senin için “Hırt” dedi. Ali Babacan geçen gün bir yabancı TV kanalında az bile ceza aldığını söyledi. Genelde Hükümet’in tavrını nasıl değerlendiriyorsun?
AKP’liler mahkeme kararını iyi ve doğru buldular. Halbuki konuyu anlamadılar bile... Ya da anlamak istemediler. Başbakan Yardımcısı hayli ağır hakaret etti. Dışişleri Bakanı, Kültür Bakanı, milletvekili, elbirliği etmişçesine aleyhimde açıklamalarda bulundular. Bu işi bir zafere, bir güç gösterisine dönüştürdüler. “İyi oldu cezalandırıldı” dediler. Ama bu işin yarını da var. Aynı AKP’liler yarın bir yere gittiklerinde, dostluk, hoşgörü, kültür köprüleri, diyalog gibi konuları kimle konuşacaklar? Kime inandırıcı olacaklar?
Cehaletten korkuyoruz
Nefret söylemi, medyadan başlıyor, internete yayılıyor ve genç dimağlarda intikam, nefret hisleri yaratıyor. Hepimizi zehirliyor. Bununla nasıl baş edebileceğiz?
Goethe’nin çok güzel bir sözü var: “Dünyadaki en büyük tehlike eyleme dönüşmüş cehalettir.” Bundan korkuyoruz. Hep de korktuk. Örneklerini yaşadık. Çare, aydınlanmadır.
‘Nerede kaldı hoşgörünüz?’
Bestelediğin İstanbul Senfonisi’nde “Sultanahmet Camii” diye bir bölüm var. Orada sufi müziği selamlayarak ney ve kudüm kullanıyorsun. Ben de birkaç kez gözledim, konserde ezan okunduğunda ara veriyorsun. Müezzin dostların olduğunu biliyorum. Doğu-Batı arasında kültür elçisi seçildin. Bu tartışmayı başlatırken bunların sorumluluğunu hissetmedin mi?
İnsanlığı ileri taşıyan yüksek kültürün her türlüsü benim için kıymetlidir; doğuda olsun, batıda olsun. Hayyam, Mevlana, ney, kudüm, saray musikisi çok iyi bildiğim konulardır; bütün eserlerime yansır. Ait olduğum topraklardan müzisyen olarak hiçbir zaman uzaklaşmadım. Ama maalesef Türkiye’deki kültür kavgası yüzünden hepimiz kendimizi lüzumlu, lüzumsuz birçok tartışmanın içinde bulmak zorunda kalıyoruz. Bundan dolayı ne suçluyuz, ne de suçsuz...
Sen dini değil, dinin sosyal hayatımızı ne kadar belirleyeceğini, siyasete ne kadar karışacağını tartışıyorsun, anladığım kadarıyla...
Öyle... Çünkü insanlar artık ‘din’ ile ‘ceza’yı birlikte görmek istemiyor. Din yüzünden çok fazla trajedi yaşandı dünya üzerinde...
Ortaçağ’daki engizisyon mahkemeleri gibi, din adı altında yapılan cezalandırmalar artık insanlarda büyük antipati yaratıyor. Soruyorlar; “Nerede kaldı hoşgörü dinleri? Hoşgörü toplumu? Barış süreci? Nerde kaldı ‘Gel, ne olursan ol, gel’ söylevi? Demokrasi, insan hakları, fikir hürriyeti, nerede kaldı?”
İftar akşamlarında “Ey bağışlaması bol Rabbim” diye anılan Tanrı, giderek korkuyla, cezalandırmayla anılır hale geldi.
İnsan tanrıya inanırsa tanrıya inanır, korkuya inanırsa korkuya inanır. Bazen kendilerini öyle şeylerle korkutuyorlar ki, bir psikolog gibi dışarıdan seyrederken, onun bundan nasıl kurtulacağına kafa yoruyorsun; hatta ona üzülüyorsun. İçinde sevgi olmayan inanç, pozitif sonuç vermez.
Sana hak veren bir kesim de söylemini çok provokatif buluyor. Senin için din, yaşam, ateizm ne ifade ediyor ki bu tartışmanın içine girdin?
Gezegenimizin ve evrenin tarihi, bilimsel keşiflerin ışığında, kutsal kitaplarda anlatılanlardan çok farklı yazılmaya başladı. Hepimiz insanız. Seçimlerimiz var. Ona inanan ona inanır, buna inanan buna inanır. Kanımca, insanlık, bilim ve sanatın ışığında yükseliyor. Bir aydınlanma yaşanıyor. Daha da evrenle ilgili merak edilen, keşfedilecek çok şey var. Zamanla hepsi cevabını bulacaktır.
Ama iktidara ortak olan din, sadece inanç sistemimizi değil, tüm hayatımızı belirlemek istiyor.
Benim gözlemime göre, dinler artık bir moral ve ahlak ögesi olarak varlar; hukuk ve kural koyucu olarak değil. Hele cezalandıran olarak hiç değil... Din, insan gözünde pozitif olmalı... Tersi, artık bu dünya üzerinde hoş karşılanmıyor. İnsanlar korkuyor. Korktuğu için korkutuyor. Soğuklaşma başlıyor. Din bence böyle bir şey değil. Bu şekilde kullananlara izin verilmemeli.
Fazıl Say, ‘Bir korku iklimi yayıldı. Nasılını bilmiyorum ama bunu yenmemiz lazım’ diyor.
‘Yaşadıklarım beni kamçıladı’
Sabahattin Ali’nin katledilmesinden beri Türkiye’de düşünen, yazıp çizen, muhalif insanların başı dertten kurtulmadı. Nazım Hikmet’in, kendi babanın, Madımak’ta kaybettiğin dostlarının, Aziz Nesin’in başına gelenler sana nasıl bir miras bırakıyor?
Onların dramını dünya bilmeli... Müziğimle onları anlatmak için her şeyimi verdim, daha da vermek isterim.
Son yaşadıkların besteci olarak sanatını nasıl etkilendi?
İçinde yaşadığım topraklar için ‘Mezopotamya’yı besteledim. Evrene olan ilgim arttı, bir ‘Evren Senfonisi’ besteledim. Cesaretli insanlara ilgim arttı, ‘Hayyam’ı, ‘Hazerfen’i besteledim. Yaşadıklarım beni kamçıladı. Yorumculukta, bestecilikte ilerlediğimi, korkusuzlaştığımı düşünüyorum. Dinle çatışıyor olarak etiketlenmek hiç kimse için şaka bir durum değildir. Zor bir durumdur. Bilmiyorum yüzyıllar sonra hala böyle olur mu? Olmamasını ümit ediyorum. Şu anda çok zordur.
‘Gerçek bir faşizm yaşanıyor’
Asırlardır aynı girdaptayız: Uygarlık tarihi boyunca inanç özgürlüğüyle ifade özgürlüğü arasında bir ip çekme yarışı yaşandı. O yarışta çok can verenler, canı yananlar oldu. Bu iki özgürlük çeliştiğinde ne yapacağız?
Kavga etmemeye, mahkemeye gitmemeye çalışacağız.
Ama sen twitterda kavga etmişsin?
Bakın, Twitter’da bir tek düğmeye basarak yazdıklarını beğenmediğiniz birini takip etmeyi kesersiniz. Bir daha da hiç görmezsiniz. Bu, insanın elinde olan ilk seçenek... “Unfollow” edersin, biter. Bu twitter tartışmasının mahkemeye taşınması gülünç oluyor. Hele işin içine ceza karışınca gerçek bir faşizm yaşanıyor.
Seni izleyenler önünde kavgalaşmak, küfürleşmek doğru mu?
Ben küfretmedim, karşı taraf küfür etti, kavga etti. Ben kendi sayfamı bir tartışma ortamına çevirdim. Onların hakaretlerini ve onlara verilen cevapları da yayınladım. Onlara verilen cevaplar içinde sert olanları ben demişim gibi algılatmaya çalıştılar.
Bazen televizyon tartışmalarında sen de sertleşebiliyorsun.
Ben de insanım, sinirlerime hakim olamadığım oluyor belki... Burada hatalı olmakla, suç işlemek farklı şeyler. Bu retweetlerin mahkemelik olacağı aklıma gelmedi o yüzden... Ama o geceki tartışma sırasında bizlere ne hakaretler edildiği, konu bile edilmedi. İnsanlar o geceki yazışmaları incelesinler, bir AKP’li milletvekilinin bana ne dediğini okusunlar da, kendilerini dindar gösterip beni edepsizlikle suçlayanların nasıl küfür ettiğini, nasıl belaltı vurup gizlediğini, bu hararetli tartışma ortamından hem suçlu hem güçlü çıktıklarını görsünler.