Akil insanlar Başbakan’a izlenimlerini aktardı. Başbakan da dinleyip not aldı. Her “akil“, kendi gezdiği bölgeyi anlatıyor. Bütüncül bir izlenim edinebilmek için belki bir rotasyon iyi olurdu.
Ege ekibi Güneydoğu’yu, Karadeniz’dekiler Doğu’yu gezse, izlenimlerini kıyaslayıp harmanlama şansı bulurdu.
***
Son bir aydır bunu yapıyorum sayılır.
Kitap fuarları, okul söyleşileri, imza günleri için ülkeyi bir uçtan bir uca geziyorum, okurlarla, yurttaşlarla söyleşiyorum.
İzlenimimi “tahterevalli teorisi“ ile özetleyeyim.
Başkent’e bir mihenk taşı koyun.
Bu taşın üzerine bir tahta yerleştirin.
Bir ucu İzmir’de, diğeri Diyarbakır’da olsun.
Tablo şu:
İzmir yükselişe geçtiğinde Diyarbakır çöküyor.
Diyarbakır havalandığında İzmir batıyor.
***
Belki 25 yıldır her kitap fuarında İzmir’e gidiyorum. Diyarbakır’ı da sektirmemeye çalışıyorum.
Bugüne dek genelde İzmir cıvıl cıvıl olurdu; geleceğinden emin, özgüvenli, keyifli...
Diyarbakır ise gergin, istikbalden kaygılı, bir “meçhul”ün pençesinde mutsuz...
Ankara, ağırlığını İzmir’den yana koyagelmişti.
Diyarbakır, üvey evlat muamelesi gördüğünden şikayetçiydi.
Tahterevallinin Güneydoğu kefesi, hep Ege karşısında yerde süründüğünden yakınırdı.
***
Son iki ayda üç kez Diyarbakır’a, iki kez de İzmir’e gittim.
Belki de ilk kez bu yıl, kefelerin yer değiştirdiğini fark ettim.
Diyarbakır, hiçbir dönemde görmediğim kadar canlı, hareketli, coşkuluydu. Tahterevallinin yükselen kefesinde olmanın keyfiyle yüzler gülüyordu. Yeni sürecin, kendilerine aydınlık bir yarının kapısını açacağına inanıyorlardı.
“Nihayet” diyorlardı.
İzmir’e gelince...
Kordon, hiç olmadığı kadar sakindi. Kiminle konuşsam yarından ümitsizdi. “Nereye gidiyoruz” sorusu semada asılı gibiydi. Ülkenin bölünmeye gittiğine inanmış, “Son kale“nin de yerel seçimde düşebileceği kaygısına kapılmışlardı.
Birbirine arabayla 19 saat mesafeli iki şehrin yüzlerinde, doğunun ve batının ruh halleri asılıydı. Aradaki fark, 19 saatten fazlaydı.
***
İki kent, Türkiye’nin iki yüzünü simgeliyor.
“Ümit“ ve “kaygı“, kaygan bir zeminin üzerinde inip çıkıyor.
Ümit, kaygıya kulağını tıkarken, kaygı, ümidi paylaşamıyor.
İki kent, Ankara’da düğümlenen bir ipi, iki uca doğru çekiştiriyor.
İzmir ve Diyarbakır’da hal böyleyken, “Biz“ diye başlayan nutuklar atabilir miyiz?
Ortak bir “biz“de buluşabilir miyiz?
Diğerinin mutsuzluğu pahasına kazanılmış bir mutluluğu içimize sindirebilir miyiz? Bunun üzerine düşünsek, tahterevalliyi herkesi mutlu edecek bir ortak çizgiye getirebilir miyiz? Ankara’yı saadette denge sağlayacak bir köprü haline sokabilir miyiz? Süreç, herkesin imzasını taşıyacaksa, herkese yarın ümidi dağıtacaksa, bu ikilemle baş etmek zorundadır. Ümitte adalet, önümüzdeki acil sorundur.
İnsanlık suçu
Reyhanlı katliamını her kim, ne amaçla, nasıl yapmış olursa olsun, insanlığa karşı işlenmiş suçlardan biri olarak tarihe geçti.
Lanet olsun yapanlara!
Türkiye’nin tam barışa dair umut yeşerttiği anda patlayan bu bomba, sadece bizde “Yeniden başa dönüyoruz“ kuşkusu yaratmakla kalmadı, (aynı zamanda) bir Ortadoğu ülkesi olduğumuzun altını da kanla çizdi. Hükümetin ilk açıklamaları “olağan şüpheli“nin Şam rejimi olduğunu gösteriyor.
Hiç kimseyi şaşırtmayacak bir şüphe bu...
Bir başka şüphe, saldırının Türkiye’nin Suriye müdahalesine zemin hazırlamak için yapılmış olabileceğidir.
Her ne olursa olsun Türkiye, biraz da gönüllü bir şekilde Suriye bataklığına çekilmiş görünüyor.
“Gönüllü“ diyorum, çünkü aylardır, sadece birbirinden tahrik edici demeçlerle değil, muhalefete doğrudan verdiğimiz silah ve mühimmat desteğiyle de Suriye’deki iç savaşın tarafı olmuş durumdayız.
Bence yanlış, ama bu bir siyasi tercih olabilir. Öyleyse bile Hükümet’e düşen, esip gürlerken bunun Şam’da yaratabileceği tepkiyi hesaplamak, gereken istihbarat ve koruma önlemlerini almak, yurttaşını korumak olmalıydı. Olmamasının bedelini ağır ödedik.
Ölenlere başsağlığı, yaralılara şifa diliyorum.