Murathan Mungan, vaktiyle Macide Tanır için şu satırları yazmıştı: “Kuyumcular çarşısının kepengi kapanmamış birkaç dükkanından biriydi sizinki... Tarih ile magazin arasındaki seçimde siz tarihi seçtiniz. Yeteneğim yetseydi sizin için bir oyun yazmak isterdim. Mohikanların ölmediği bir oyun...”
* * *
Yıllar önceydi. İstanbul’daki mütevazı evindeydik.
“Devlet Tiyatroları” belgeseli için anılarını kaydediyorduk.
Konu, emekliliğine gelince “Sanatçı emekli olmaz” demiş ve kendisi için yazılmış en güzel yazı olarak, Murathan’ın satırlarını, ağlayarak okumuştu.
“Mohikanların sonuncusu”, önceki gün perdesini kapatırken, o sahneyi anımsadım.
“Ne mutlu ki onu izleyebildim, onunla tanışabildim” diye içimden geçirdim.
* * *
Konservatuarı kazanıp Ankara’ya geldiğinde tek odalı bir odayı pansiyon olarak kiralamıştı.
Sanatçı olduğunu söylese ev vermezler diye korkmuş, “Milli Eğitim Bakanlığı’nda çalışıyorum” demişti.
Bir karyolası, bir de lambası olan o küçücük odada, sabahlara kadar prova yapıyor, okuyor, gülüyor, ağlıyordu.
Bir gün ev sahibesi kapısını çalmış, “Ağladığını duydum evladım. Her ne ise üzülme; gençsin, güzelsin. Sever, evlenirsin” demişti.
Bunun üzerine gerçeği itiraf etmişti:
“Ağlamıyorum, prova yapıyorum. İsterseniz evden çıkarın; ben aslında tiyatro sanatçısıyım.”
* * *
Murathan’ın dediği gibi, “İngiltere’de olsa, adı okullara verilmişti şimdi... Amerika’da doğsa tüm dünya tanıyordu. Fransa’da olsa yüzü çoktan ikonografik değerini tarihe kaydetmişti.”
Ama Türk’tü.
“Sanatçıya ev verilmeyen” bir coğrafyada doğmuştu.
Buna rağmen mesleğini büyük aşkla yapmış, tiyatronun altın devrini yaşamıştı.
Temsil öncesinde seyirci koltuklarını sabunlu sularla silip temizler, seyirciyi karşılar, teşrifatçılık yaparlardı.
Gocunmazlardı.
Çünkü Genel Sanat Yönetmeni Muhsin Ertuğrul da perdenin ipini çekerdi.
Makyajlarını, tiyatronun kurucusu Karl Ebert yapardı.
Onlar da, “Biz sanat için savaştayız, komutanlarımız başımızda” duygusuyla sahneye çıkar, o rüzgarın seyirciyi dalgalandırışını hisseder, “şelaleler gibi” oynarlardı.
* * *
“Bütün temsillerimin son gecelerinde hep ağladım. Oynadığım rolden, bir daha göremeyeceğim bir dostummuş gibi ayrıldım” demişti o görüşmemizde...
“Kıl Payı”nda giydiği yeşil elbiseden küçücük bir parça kesip saklamıştı mesela...
“Altın Göl”den “Elmer Bebek”i anılar koleksiyonuna katmıştı.
Emekli olduğunda da kendini “evinden atılmış gibi” hissetmişti.
Önceki gün veda ederken, kimbilir kaç oyundan arta kalmış, kaç sefer çekmeceden çıkarılıp hasretle okşanmış, kaç anının gözyaşıyla sulanmış, kaç küçücük parça bıraktı geride?
Bilmem, bir gün tiyatrolara adının verileceğinin hayalini kurmuş mudur?
Ankara’da Akün Sahnesi’nin, o güzelim Şinasi’nin yıkılacağı haberlerini okumuş mudur?
Burulmuş mudur?
“Kuyumcular çarşısının en kıymetli dükkanlarından biri” daha kepenk kapattı dün...
Tarih gitti, bizi magazinle baş başa bıraktı.