Habertürk’ün önceki günkü sürmanşetinde yer alan sırtından bıçaklanmış kadın fotoğrafı, vicdan sahibi herkesi sarstı.
Sadece içeriğin çarpıcılığıyla değil, kullanılış cüretiyle de...
Fatih Altaylı, bu tavrını dünkü yazısında “Okurun içini acıtmak istedim” diye açıkladı ve “İşimiz rahatsız etmek. Yarın yine basacağız böyle fotoğrafları” dedi. (Öyleyse niye fotoğrafı gazetenin internet sayfasından kaldırttı ki?)
Kadına yönelik şiddet haberlerinin bir kanıksanmışlık yarattığı ve beklenen etkiyi yaratmadığı doğru...
Lakin acaba o fotoğraf, mevcut tepkisizliğin çaresi mi, bıçağı saplayanın zaferi mi?
* * *
Ben ikinci görüşe yakınım.
Şiddete karşı yeni bir şiddet gösterisine kalkışmak, onu teşhirden ziyade teşvik eder.
Şiddeti katmerler.
Bu yöntem işe yarasa, sigara paketlerinin üzerindeki çamura dönmüş akciğer fotoğrafları caydırıcı olmaz mıydı?
Aynı mantıktan hareketle Steve Jobs’un bir deri bir kemik kalmış fotoğrafı da kansere karşı bir uyanıklık yaratmaz mıydı?
Çare buysa çocuk istismarıyla mücadele için, miniklerin hırpalanmış çıplak bedenlerini sergilememiz gerekmez mi?
Ya pornoyla savaş için ne yapacağız?
* * *
Mantığın sakatlığı ortada...
Kaldı ki bizzat Fatih Altaylı daha geçen hafta terör haberlerinin medyada nasıl kullanılması gerektiğini okurlarına soruyordu.
Çoğu okur, “Hiç kullanmayın” dedi.
Kadına şiddetle ilgili yaklaşımı teröre uygulasa, okura sormasına gerek yoktu:
Terör kurbanlarının paramparça cesetlerini tam sayfa basmak, caydırıcı olurdu.
Şiddet, şiddetle önlenemez.
Ne silahla, ne manşetle...
Sabah’ta iki köşe
Nazlı Ilıcak, önceki günkü Sabah’ta, Oda TV iddianamesini karalama kampanyasına katıldığımı öne sürüyor.
Oda TV’de hakkımda çıkan yalan haberlerle mücadelemi bilenler biliyor. Ama ortada önemli bir siyasi lidere dönük bir komplo iddiası varsa, bu iddiaya dayanak teşkil eden kanıtları elbette sorgulamalıyız.
Demiştim ki:
“Telefon kayıtları önceden iktidar yanlısı basına sızdırılarak kamuoyu oluşturuluyor.”
Ne yazılmıştı o basında:
“Deniz Baykal-İklim Bayraktar görüşmelerinin kayıtları savcının elinde...”
Şimdi deniliyor ki, o ilk görüşme diyaloglar halinde gazetelere yazdırıldığında Bayraktar için henüz dinleme kararı yoktu. Meğer o konuşma, Bayraktar’ın Soner Yalçın’a anlattıklarından derlenmiş.
Yani?
Baykal-Bayraktar’ın o görüşmesinin kayıtları savcının elinde değilmiş. Dolaylı bir anlatımı konuşma şekline sokup günlerce yayınlamışlar.
Yani haber yanlışmış.
Polis, savcılık ya da gazeteler, bu kayıtları yıpratma amaçlı kullanmış, yargısız infaz yapmış.
Asıl bu, “karalama kampanyası” sayılmaz mı?
Ergenekon sorusu
Ergenekon’a medya desteği vermekle suçlandığım o gün, 1. Ergenekon davasını gören İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, Genelkurmay’a müzekkere yazıp bizim “Ergenekon” kitabına konu olan Ergenekon yapılanmasıyla ilgili bir tahkikat yapılıp yapılmadığını sordu.
Harika bir tesadüf değil mi?
Bugün dillerden düşmeyen “Ergenekon” örgütünün adı basında ilk kez Celal Kazdağlı ile birlikte Show TV’de hazırladığımız “40 dakika” programında dile getirilmişti.
15 yıl önceydi. Sonra o isimle bir kitap yazdık. (İmge, 1997)
Kimse çarpıtmasın: Hakkında ilk kitabı yazarak karşısına dikildiğim bu örgütle ilgili soruşturmaya değil, o soruşturmanın bir “muhalifleri temizleme operasyonu”na dönüştürülmesine karşı çıkıyorum.
Refik Erduran’ın uyarısı
Aynı gün yine Sabah’ta bir başka köşede Refik Erduran üstat, bir yazımdan şikâyet etti.
O haklı...
17 Mayıs’ta yazdığım “Viagra (de)jenerasyonu” başlıklı yazımda, “Refik Erduran ağabeyimiz Milliyet adına Amerika’ya gitti ve 70 yaşında, ‘mavi hapı deneyen ilk Türk’ olarak izlenimlerini yazdı” demiştim.
Erduran da köşesinde (18.5.2011), “Onun için gitmedim. New York’taydım. O haplardan bir tane yuttum. Dönüşte gazetede anlattığımda yazmamı istediler, yazdım” dedi.
Şahsen özür diledim, ama köşemde düzeltememiştim.
Haklı uyarısı üzerine -biraz gecikmeyle- düzeltiyorum.