Sezen Aksu’nun “Kan dursun artık” diyen sesinin bunca tepki görmesi, bana yıllar önce okuduğum bir öyküyü anımsattı. Dostum Muhsin Kızılkaya’nın (“Gölgeler Çabuk Ölür”, İletişim, 2001) kaleme aldığı bir öyküydü bu:
Adı: “Bir şarkılık ömür.”
Dağlara çıkmış bir gencin, geceyarısı, karakol baskını arifesinde yaşadığı birkaç dakikayı anlatıyordu Muhsin; her zamanki yalın, sıcak diliyle...
Vıcık vıcık karanlık
“Her türlü yasadışı eylemi bağrında taşıyacak kadar karanlık bir geceydi.”
Delikanlı günler öncesinden planlanmış bir eylemdeydi.
İlk ateşi açmak onun göreviydi.
Yamacın arkasındaki mevzide nöbet tutan, kendileri yaşlarında, yüzünü hiç görmedikleri, tanışsalar belki de arkadaş olacakları birilerini öldürmeye gidiyorlardı.
Öldürmek...
“Bu fiil o gece, hiçbir gece gelmediği kadar ürkütücü geliyordu ona...”
Ağız üstü, karakolun solgun ışıklarına doğru sürünmüşler, sonra bir kayanın ardına mevzilenmişlerdi.
İlk ateşi açacak olan, boğazına kadar korkuya batmıştı.
Tüfeğini karşı karakolun önünde fısıldaşan iki karaltıya doğru doğrultmuştu.
Birazdan tetiği çekecek ve dağlar cehenneme dönecekti.
Vücudu titriyordu, soğuktan mı korkudan mı bilmeksizin...
Hedefe bakıyordu, hedefiyle göz göze gelmeksizin...
“Çünkü insan en çok gözlerine acırdı insanın...”
O küçük kadının sesiÖykünün can alıcı bölümü o anda başlıyor.
Sözü Muhsin’in kaleminde dile gelen dağdaki gence devredeyim burada:
“Mevziden aniden geceye bir tül perde gibi yayılıp zifiri karanlığı apaydınlığa çeviren bir müzik duyuluyor.
Evet; o küçük kadının sesi bu...
Mevzidekilerden birinin küçük radyosundan, serin bir yel gibi her yere yayılan şarkının sözlerini duyuyorum şimdi...
Çok zamandır bir asır sanki- duymadığım o ses, susuz kaldığım kurak bir çölde dudaklarıma değen bir bardak buzlu su gibi serinletiyor her yanımı; yaşadığımı hissettiriyor; bütün o karmaşık duygulardan alıp beni, hayatın o çıldırtıcı güzelliğine götürüyor.
Küçük kadın söylüyor:
‘Hadi gülümse!
Belki şehre bir film gelir.
Bir güzel orman olur yazılarda
İklim değişir
Akdeniz olur
Gülümse!’
Bir şarkılık ömür“Küçük kadının sesi her şeye baskın geliyor.
Görevi unutuyorum sanki...
Namlunun nişangahında çoktan beyaz kefenini giymiş erin her şeyden habersiz duruşunu, arkadaşların benim işaretimi beklemesini, eylemin selametini, zaferimizi, komutandan göreceğim takdiri, her şeyi unutuyorum sanki...
Kısacık bir ana, bir şarkının başlayıp bitme aralığına bütün bir hayatı sığdırmak elimde olsaydı eğer, ağız üstü uzandığım bu ıslak çimenlerden bir daha kalkmayıp bu ezgi eşliğinde bütün bir ömür yaşamaya hazırdım.
Eylem biraz ertelenebilir.
Bir şarkının bitimi kadar bir süre...
Hiç olmazsa biraz sonra canına kıyacağım kurbanımla ortak bir anım olmuş olur benim de...
Aynı şarkıyı son defa onun için de dinlemiş olayım hiç olmazsa...
Şarkının bitmesini beklemem hata mıydı, karar veremiyorum. Zayıflık mı gösterdim, ihanet mi ettim, bilmiyorum.
İçimde bir ses ‘O şarkıyı sonuna kadar dinle’ dedi.
O sese kulak verdim.
Bir insanın ömrünü, bir şarkının başlayıp bitmesi kadar bir süre daha uzatmak istedim.
Hata ettiysem eğer, cezama razıyım.”
O sırada karakolda...Öyküyü ilk okuduğumda, yıllar önce Muhsin’in bahsettiği o dağ karakollarından birinde sabahladığım uzun geceyi anımsamıştım.
Orada tedirgin bir nöbetin yalnızlığında küçük el radyosunun kulağını çeviren ve radyodan yayılan “Gülümse” çağrısına kulak veren hedefteki erin hikayesini anlatmak istemiştim ben de...
Bu iki gencin, tek şarkılık kader ortaklığından bir kısa film yapmak istemiştim.
Bazen tek bir şarkı, silahlı kuvvetlerin, açılım paketlerinin, politik heyetlerin durduramadığı çatışmayı durdurabilir.
Bir tek şarkı, hayat kurtarıp ölümü geciktirebilir.
Ve o şarkıyı söyleyen ses, karanlık gecede silahların ortasına çekilmiş beyaz bir barış bayrağına dönüşebilir.
Dağdaki tek şarkılık barış uzasın istiyorsak; dua edelim de hiç bitmesin, uzayıp gitsin
“Gülümse” diyen o şarkı...
Ve hiç susmasın, o şarkılarla dağın iki yanında barışın yolunu açan şarkıcı...