Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı


Geçen cumartesi bu köşede Türkiye - KKTC ilişkilerini "Baba ile oğul" başlığı altında öyküleştirmeyi denemiştim.
Hem Türkiye’den, hem Kıbrıs’tan mesaj yağdı.
Türkiye’den gelen mesajlar nasıl yazıdakine benzer hislerle doluysa, KKTC’den gelenler o denli kırgınlık, hatta kızgınlık yüklüydü.
Böyle olunca, artık 30’una dayanan "oğul"un bu ilişkiye dair yorumuna da kulak vermek farz oldu.
Türkiye’nin Ada’dan nasıl göründüğünü anlamamızı da kolaylaştıracak bir yorumu; Turgut Avşaroğlu’nun, Kıbrıs’taki "Afrika" gazetesinde 18 Kasım’da yayımlanan "karşı - öykü"sünü aynen aktarıyorum:
***
Can Dündar’a kim anlatmışsa...
Bu "Baba ve oğul" hikayesini...
Yanlış anlatmış.
Eksik anlatmış.
Hatalı anlatmış.
Hikayenin aslı "Baba ve oğul" değil.
Hikayenin orijinal adı: "Ana ve oğulödur.
Baba iddia edildiği gibi yoksul değil, aksine çok zengindi.
Zenginliği, ta Osman dedelerinden gelmekteydi.
Ve bu zenginliğin altında 700 yıllık, bir büyük tarih yatmaktaydı.
Ne var ki, bu büyük serveti baba idare edemedi.
Har vurup harman savurdu.
Sıkıntıya düşünce de, oğullarından birini, çok zengin bir aileye büyük paralar karşılığında ödünç verdi.
"Eti senin kemiği benim" dedi.
"Dilediğin gibi tepe tepe kullanabilirsin" dedi.
"Yeter ki belalılarıma karşı beni korumayı kabul et" dedi.
Küçük oğlan ağzını açıp tek kelime söylemedi.
İtiraz etmedi.
"Bir baba evladını nasıl bu kadar kolay gözden çıkarabilir" deyip, isyan etmedi.
***
Gel zaman, git zaman bu hayırsız baba, her şeyini kaybettiği yetmezmiş gibi elinde kalan son varlığının, yani çocuklarının anasının da yabancılar tarafından taciz edilmesine göz yumunca, kızılca kıyamet koptu.
Sarışın mavi gözlü bir dev, ta Selanik’ten gelerek anasının kaderine el koydu.
Hem anamızın namusunu kurtardı, hem de babayı babalıktan reddederek, onunla tüm bağları kopardı.
***
Küçük oğlan bu gelişmeleri büyük heyecanla izledi.
Anasının kurtuluşuna kendi kurtulmuş gibi sevindi.
Bir köle gibi, tapusunun o zengin aileye verilmiş olması bile, bu sevincini gölgeleyemedi.
Anası için böyle bir fedakarlıkta bulunmuş olmaktan hep gurur duydu.
Hep anasının izinden gitti.
Anası için ne kötü bir söz söyledi, ne de söyletti.
Anasının bir gün kendisini de kurtaracağına olan umudunu, hiç kaybetmedi.
Nitekim beklediği oldu ve anasının kendini kurtarma kararını büyük bir sevinçle karşıladı.
Artık her şey daha güzel olacaktı.
***
Çok geçmeden umduğu dağlara kar yağdığını görüp, içine kapanacak ve dünyaya bir kez daha küsecekti.
Anası, kavgalı olduğu ev arkadaşından oğlunun gasp edilmiş haklarını alacağına, kendisine dönük ince hesapların içine girmişti.
Önce "Ayşe" geldi.
Sözde tatile gelmişti.
Arkasından, Ayşe’nin ne kadar hısım akrabası varsa sökün etti.
Ev dolup taşınca, oğlanın çoluk çocuğu, başka yerlere taşınmak zorunda kaldı.
Ayşe’nin akrabaları çoğaldıkça, oğlanın evdeki akrabaları azaldı.
Sonra da ortalıkta acayip laflar dolaşmaya başladı:
"Nankör evlat, asalak evlat, tembel evlat..."
"Ben Avrupa’ya girmeden, var mı öyle tek başına Avrupa’ya girmek?"
***
O küçücük oğlan,
"- Ana, ben artık büyüdüm, 29 yaşına geldim. Kendi hayatımı kurmak benim de hakkım. Hem bu benim son şansım" diyecekti.
Diyemedi. Kelimeler boğazında düğümlendi.