Strasbourg
Strasbourg yine aralık kostümlerine bürünmüş: Işıklı, göz alıcı, soğuk, mesafeli...
Gösterişi seven, teması sevmeyen, kibirli bir aristokrat gibi...
Sabahları erken kalkıyor ve erken uyuyor geceleri...
Belki 10 yıldır her aralıkta gelip gidiyorum bu Fransız kentine...
Ne meydandaki süslü Noel çamının boyu değişiyor, ne köşedeki kestanecinin yeri...
Otelin kahvaltısının menüsü de aynı; otelin önünde, yağmura aldırmadan akordeon çalan müzisyenin repertuarı da...
Sabah kentin en büyük meydanını kapatılmış bulan, gece kentin en yüksek tepesine cami projesiyle uyuyan bizler için özenilesi bir kent burası; ama bir o kadar sıkıcı...
İnsan, kente sadakatin yeknesaklığıyla, değişimin kışkırtıcı tahribatı arasında sıkışıp kalıyor.
* * *
Odyssee, Strasbourg’un kalbinde bir sinema mabedi...
Sadece Fransa’nın değil, dünyanın en eski, en güzel sinema salonlarından biri...
Her adımda gıcırdayan zemini, size asırlık bir maziden replikler fısıldıyor sanki...
Ve yarı aralık duran kırmızı kadife perdesi, gösterdiğinden fazlasını vaat eden bir kadının dekoltesi...
Az sonra ışıklar sönünce hepten açılacak ve tüm güzelliğini ortaya koyacak.
* * *
İşte Faruk Günaltay’ın yoktan var ettiği ve çeyrek asırdır “Türk sinema günleri”nin hizmetine verdiği Odyssee, önünden geçen yolun, o yoldan geçen tramvayın, o tramvayın içindeki insanların biteviyeliğine inat, rengârenk, deli dolu, bazen kasvet bazen kahkaha dolu bir dünyanın perdesini açıyor her sene...
Görüntülü bir atlas gibi, Fransızlara tanımadıkları, aldırmadıkları bir coğrafyadan hikâyeler anlatıyor, karakterler tanıtıyor.
Bazen Osman Sınav imzalı bir “Uzun Hikâye”de, “Bulgaryalı Sosyalist Ali” oluyor perdedeki; Kenan İmirzalıoğlu’nun ümitle gülümseyen yüzü ile haksızlığa boyun eğmeyen bir adam olup ısıtıyor yürekleri...
Bazen Reis Çelik’in “Lal Gece”sindeki gibi, “Doğu”da upuzun bir gerdek gecesine götürüyor sizi; bir çocuk gelinin kucağına düşen gözyaşı damlasıyla kedere buluyor.
Ya da Onur Ünlü, “Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi” ile çıkageliyor ve ailenin, düzenin, statükonun, insanı nasıl konfora alıştırıp yalana sevk ettiğini insafsızca yüzünüze vuruveriyor.
* * *
“Dışarıda” tekdüze akan hayata inat, “içeride” bir ülke ve onun insanları, ha bire kabuk değiştiriyor, kendini, düzeni, adaleti, namusu, devleti sorguluyor, yeni bir hayatın ipuçlarını arıyor.
“Perde”, bu arayışa aracılık, tanıklık, yoldaşlık ediyor,
“Uzun Hikâye”deki bir harfi düşmüş daktiloya benziyor Türkiye; kendini bize eksik anlatıyor.
Sinema, o eksiği tamamlıyor; bize söylenmeyeni söylüyor.
Bazen 15’lik bir gelinin korkularından utandırıyor, bazen daima iyi kalmaya çalışan bir adamın mücadelesiyle umutlandırıyor.
* * *
Kırmızı kadife perde, gece boyu, içindekileri bütün cömertliğiyle sergileyip yeniden kapandığında, gıcırdayan zeminin fısıltılarına basarak çıkıyoruz bu düşler mabedinden...
Dışarıda Noel çamı aynı yerde ışıldıyor; kestaneci aynı köşede bekliyor, akordeon aynı melodiyi çalıyor.
Durmuş oturmuş kentlerin, düzenlerin, insanların yeknesaklığıyla, değişimin şehevi yıkıcılığı arasında kararsız bekliyoruz kapı aralığında...