Ne zaman öleceğiniz belliyse, bunu bilmek ister miydiniz? Zor soru!
10 yıl önce uzaya yollanan Columbia uzay mekiğinde 17 astronot vardı.
Kalkış sırasında yakıt tankından kopan bir parça, kanada çarpıp mekiğin ısı yalıtımına onarılamaz bir hasar verdi.
NASA acı gerçeği fark etti:
Astronotlar ya dönüşte atmosfere girerken patlama sonucu paramparça olacak ya da dönmeyip oksijenleri bitene dek uzayda dolaşacaktı.
“Zor soru” o zaman gündeme geldi:
“Onlara öleceklerini söyleyelim mi?”
* * *
Önceki gün, kazanın 10. yıldönümünde, dönemin NASA yetkilisi, merkezde bu konunun nasıl tartışıldığını açıkladı.
Uçuş direktörü şunu sormuş:
“Onlar için, öleceklerini bilerek beklemek mi iyi, yoksa başarılı bir uzay yolculuğu yaptıklarını sanarak aniden ölmek mi?”
İkinci şıkkı işaretlemişler.
Ve 17 astronotu “huzur içinde ölmeye” terk etmişler.
* * *
İngiliz basınında çıkan haberi okurken kendimi tarttım:
Galiba ben gerçeği bilmeyi tercih ederdim.
Hayatımın bir kandırmacayla son bulmasını istemezdim.
Belki son saatleri kendimce değerlendirmek, yakınlarımla bir çift kelam etmek, sevdiğim bir şarkıyı söylemek, son anlarda hayatın bir film şeridi gibi göz önünden geçip geçmediğini test etmek, belki son ana saklanmış bir çılgınlığı denemek, mesela uzay giysisinden azad olup kendimi boşluğa salıvermek filan isterdim.
Bilmemekten hep korktum, ama “bilmek” hiç korkutmadı beni...
Ölümü bile...
* * *
Azrail’in neredeyse her gün bir tanıdığımızı alarak fazla mesai yaptığı bir aydan çıkarken sorguluyorum ölümü...
O cenazeden bu anma gününe koştuğumuz, kâh dehşete kapılıp kâh gözyaşına boğulduğumuz, “her sabah bugün sıra kimde” diye uyandığımız haftalardan yanarak geçtik.
Ölüm orucunda canına kıyamayıp kendini berhava etmeye gönüllü koşan bir eylemci bile şaşırtmıyor bizi; öylesine alıştık.
Niye ki?
Neden Batı’da ”modern” insanı aylarca depresyona sokan ölüm, buralarda böylesine sıradan, böylesine olağan?
Galiba ecelle derin akrabalık bağlarımız yüzünden...
* * *
Ölüm, en fazla ayrılığa denktir ve dilimize pelesenktir bizim...
Maça “Ölmeye geldik” diye gideriz.
Yavuklumuzu “ölesiye” severiz.
Bağlandığımız lidere “Öl de ölelim” deriz.
“Ölmek var, dönmek yoktur”; “ölümüne” destekleriz.
“Ölüm çıksın ki” diye yemin eder, “ölümü öp” diye ısrar ederiz.
Ölüm, unutmaya çalıştığımız bir bela değil, kavuşmaya can attığımız bir yavukludur sanki...
Üniversitemizin duvarında Che’den naklen “Ölüm nereden gelirse gelsin, hoş geldi sefa geldi” diye yazılıdır.
Nikâh davetiyemizden önce basılmıştır ölüm davetiyemiz; o yüzden buralarda düğünden çok cenazeye gideriz.
* * *
Öleceğini bilmenin bizi korkutmaması, ecelin sıradanlaşması, uzun yas tutulmaması, belki bu alışkanlıktan...
Belki sabrın, tevekkülün yardımından...
Belki öbür dünya inancının verdiği huzurdan...
Belki şehadetin kutsanmasından...
Mayınlı tarlada büyümüş çocuklar gibiyiz, ölümle o kadar içli dışlı, yan yana, kol kola yetiştik ki, son bir ayda olduğu gibi dalga dalga üzerimize gelse bile yıkılmıyor, katlanıyoruz.
“Her canlı bir gün tadacak” diye teselli buluyoruz.
Hemşeriyiz ölümle; birbirimizi iyi tanıyoruz.