Fikriye Hanım’ın ölümü, “Cumhuriyet tarihimizin ilk şüpheli ölüm”ü sayılabilir.
Çünkü 86 yıl sonra bile bu ölümün ardındaki sır perdesi tartışılmaya devam ediyor.
Zülfü Livaneli’nin “Veda”sından sonra tartışma yeniden gündeme geldi.
Filmde Fikriye Hanım’ın Çankaya’da Mustafa Kemal Paşa ile görüştürülmediği için intihar ettiği tezi işleniyor.
Biz de 1994’de yaptığımız “Fikriye” belgeselinde öyle işlemiştik. Ancak belgesel yayımlandıktan sonra ortaya çıkan bir tanık bildiğimiz her şeyi alt üst etti.
Bir telgraf ve bir haber
O tanığa geçmeden, “bildiğimiz her şey”i özetleyeyim. Tevatür çok ama elde ciddiye alınabilecek iki belge var:
Biri Mustafa Kemal Paşa’nın 1923 baharında, evlenip Ankara’ya döndükten hemen sonra Adnan Bey’e çektiği bir telgraf metni... Şemsi Belli’nin arşivindeki o metinde şu yazılı:
“Fikriye Hanım’ı tedavi için Almanya’ya göndermiştim. Benden izin almadan neden Dersaadet’e gelmiştir? Katiyen Ankara’ya hareketine müsaade edemem. Kendisine para vermiştim. Orada ikamet etsin ve bana izahat versin.”
İkinci belge ise, 1 Haziran 1924 günkü Vatan Gazetesi’nde “Fikriye Hanım’ın intiharı”nı duyuran haber:
“Fikriye Hanım Ankara’ya çıkınca istasyondan doğruca Reisicumhur dairesine gelerek Reisicumhur ve refikalarını görmek istediğini söylemiştir. Gazi ve hanımını görmek mümkün olmayacağı kendisine bildirilmiştir. Fikriye Hanım beklettiği kira arabasıyla geri dönmeye mecbur olmuş ve dönüş sırasında, üzerinde bulundurduğu anlaşılan tabancayla araba içinde intihar etmiştir.”
Çıkagelen tanık
Bu haber, muhtemelen bir “resmi açıklama”ya dayanıyordu ve yıllar boyu da “resmi tarih”in temel dayanağını oluşturdu.
Şimdi dönelim “gayriresmi tarih”e...
Belgesel yayımlandıktan sonra Türkan Şoray “Fikriye”nin öyküsünü sinemaya taşımayı
önerdi. Birkaç kez
buluşup konuştuk.
Bu hazırlık gazetelerde haber olarak çıktı.
İşte o haber üzerine Amerika’dan bir telefon geldi.
Arayan, Abbas Hayri Özdinçer’di.
Fikriye Hanım’ın öz yeğeniydi.
Kendisini tanıtınca, belgeselin hazırlığı sırasında Fikriye Hanım’ın ailesinden birilerine ulaşabilmek için çok çaba sarf ettiğimizi, kimseyi bulamadığımızı söyledim.
Ailenin olaydan sonra “bir nevi sürgün”e tabi tutulduğunu öğrendim.
Özdinçer belgeseli izlememiş ama film projesiyle ilgili haberleri okumuştu. Bizimle görüşmek istiyordu.
İstanbul’a geldi. Türkan Şoray’la birlikte buluştuk.
Son derece zarif bir beyefendiydi. Ancak kaygılı görünüyordu. Bildiklerini anlatmanın ne tür sonuçlara yol açabileceğini kestiremiyordu. O nedenle yıllarca susmuştu.
“Ama artık yaşlandım. Bu sırları size devretmek, bildiğim her şeyi anlatmak istiyorum” dedi.
Ve anlattı.
Bir defa Fikriye Hanım’ın hastalık
nedeniyle değil, Ankara’dan uzaklaştırılmak amacıyla -veya Ankara’da yapılmasında sakınca görülen bir tıbbi operasyon için- yurtdışına gönderildiği kanısındaydı.
Türkiye’ye dönüşte Ankara’ya gelip
bir süre Çankaya Köşkü’nde Mustafa
Kemal ve Latife Hanım’ın konuğu olarak kalmıştı. Ancak Latife Hanım’la yaşanan gerilimin ardından İstanbul’a dönmüştü.
Yeniden Ankara’ya geldiğinde Köşk’ün yaveri Rasuhi Bey tarafından içeri alınmamıştı.
Özdinçer halasının ikinci gelişinden ve içeri alınmayışından Mustafa Kemal Paşa’nın haberdar edilmediği inancındaydı.
Peki ölüm?
Yeğenine göre Fikriye Hanım intihar etmemiş, vurulmuştu.
“Alçaklar, vurdular beni...!”
Bilinenin aksine, Fikriye Hanım, olaydan sonra hemen ölmemiş, kanlar içinde Memleket Hastanesi’ne kaldırılmıştı.
Olaydan sonradan haberi olan Gazi, bizzat hastaneyi aramış, ilgilenmiş ama Fikriye Hanım kurtarılamamıştı.
Ölümden sonra Fikriye Hanım’ın İstanbul’daki ağabeyi Ali Enver Bey iki sivil polis eşliğinde Ankara’ya getirilmişti.
Enver Bey, cesedi görmek istediğinde, kendisine naşın defnedildiği söylenmişti.
Ama o, işin peşini bırakmamış, kardeşinin yattığı hastaneye giderek ölüm olayını araştırmıştı. Ve olay gecesi hastanede çalışan görevlilerden biri, kendisine “büyük sır”rı söylemişti:
“Kurşun, kardeşinizin sırtındaydı”.
O gün hastanede yatanlardan çoban
Hüseyin ise Ali Enver beye şöyle demişti:
“O gece bir avrat getirdiler. Sabaha kadar
avaz avaz ‘Alçaklar... katiller... vurdular
beni...’ diye bağırdı”.
“Boynu bükük sümbül”
Abbas Hayri Dinçer bunları anlattıktan sonra bir sigara yakmış ve “Üzerimden büyük yük aldınız, babam Enver Bey’e olan bir vefa borcumu ödedim” demişti. Sonradan olayı Atatürk’ün emir eri Ali Çavuş’un şimdi rahmetli olan kızından da dinlemiştim.
Bu olaydan sonra Atatürk’ün günlerce üzüntüsünü belli etmeden ıstırap çektiğini, Köşk’ün arka bahçesinde Fikriye Hanım’ın çok sevdiği “Boynu Bükük Sümbüle Döndüm” şarkısını mırıldanıp ağladığını söylemişti bana...
Hayri Bey 2006 yılında Fikriye Hanım’a ait bazı özel eşyaları Ulaştırma Bakanı’nın da katıldığı bir törenle TCDD’ye bağışladı.
Yatak örtüsü... Kırlent... Birkaç soluk fotoğraf... Atatürk’ün Şam’dan hediye getirdiği tepsi...
Bu eşyalar törenle teslim alındı ve Fikriye Hanım’ın Mustafa Kemal’le zor günlerde bir arada yaşadığı tarihi Gar Binası’na yerleştirildi.
Törende Hayri Bey’e gazeteciler ısrarla Fikriye Hanım’ı sordular. Şöyle dedi:
“Bizde Fikriye Hanım’a ait bazı hikayeler ve hatıralar var. Ancak, bunlar şu anda açıklanacak şeyler değil. Hakkında bilinmeyen şeylerden biri, halamın gömüldüğü yer, diğeri ise otopsidir. Bunlar hiç kimseye açıklanmamıştır. Halama ait eşyalar babama verilmemiştir. İntihar edip etmediği hususunda ise hiçbir şey söyleyemem.”