Atilla Dorsay’la ilgili bir yazı yazmaya niyetlenince kütüphanemdeki en eski kitabını çektim.
“Sinema ve Çağımız”ın 1984 baskısı...
İçinden bir kağıt düştü.
Üzerinde, 18’lik elimin yazısı...
Yavuz Özkan’ın “Demiryol” filminin panel notları...
Yıl 1979.
Ben üniversite 1’deyim.
Ömer Çelik ilkokulda herhalde...
Rahmetli hocam Mahmut Tali Öngören, Murathan Mungan ve Atilla Dorsay konuşmuş panelde...
Dorsay demiş ki:
“Türkiye’de politika ile sinemanın ilginç bir koşutluğu var. 1938’de tek adam dönemi kapanırken sinemada da Muhsin Ertuğrul’un tek adamlığı sona ermiş. 1950’lerde tüketim toplumu doğarken sinemada da büyük şirketler açılmış, star sistemi kurulmuş. 27 Mayıs sonrası sola açık, ilerici filmler başlamış.”
Lafı Demiryol’a getiriyor:
70’lerin politik iklimi, beyazperdeyi sallıyor o dönem...
Darbeye 5 var.
“Pek yakında”, siyasetle sinemanın yolları ayrılacak. Siyasete ordu, perdeye porno el koyacak.
***
Yeşilçam’ın “akil insan”ı Atilla Dorsay, önceden yazmıştı, “Emek yoksa ben de yokum” diye...
Bu ülkede 1920’lerde de sinema olduğunu belgeleyen, dünyanın en eski, en güzel salonlarından biriydi Emek...
Milyonlarca insanın anılarını saklayan bir kültür mabediydi.
Dorsay, Emek yıkılırsa sinema yazarlığını bırakacağını ilan etmişti.
Öyle çoktu ki böyle “Kendimi asarım”, “Taksim’de anırırım” blöfleri; Dorsay’ın çıkışı da onlardan zannedildi.
Ama onu genç yaştan beri izleyen bizler, kararlılığını biliyorduk. Sözünü ciddiye alıyorduk.
Nihayet tepkilere rağmen Emek’e ilk kazma vurulduğunda Dorsay da gidip enkazı inceledi. Eşsiz bir cevherin, çocukluk anılarıyla birlikte yıkıldığını gördü.
Sanata karşı icraatı, kültüre karşı inşaatı savunan zihniyetle boğazlaştı.
Dorsay için “Veda Zamanı”ydı:
“Emek’in hem kendisi önemliydi, hem de temsil ettiği kültürel altyapı, tarihsel birikim ve yaşam biçimi” diye yazdı.
Onunki, sadece bir sinema salonunun değil, bir hayat anlayışının, bir yaşam tarzının yıkılışına tepkiydi.
Yarım asırlık yazarlık serüvenini noktalarken hepimize de tutarlılık ve mücadele dersi verdi.
***
18 yaşında bir üniversite öğrencisinin ondan öğrendiğini aktarayım bugün size:
“Türkiye’de politika ile sinemanın ilginç bir koşutluğu var.”
21. asırdayız.
Şimdi rant ekonomisi zamanı...
İnşaat sektörü başımızın tacı...
Ticaret kutsal; onun uğruna her türlü kıyım yasal...
Görevden alınan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın dediği gibi, “bıraksan Sultanahmet’e AVM yapacak” bir zihniyet iklimi var.
Tarihe, sanata, emeğe saygısı olan bir Kültür Bakanı, bırakın Emek’i kurtarmayı, sırf Dorsay’ı yitirmemek için bile kılını kıpırdatmalıydı.
Yapmadı.
Tersine, sinemanın yıkılmadığına, sadece üst kata taşındığına bizi inandırmaya çalıştı.
Şimdi Atilla Dorsay, Emek için kalemini kıran yazar olarak geçecek tarihe...
Ömer Çelik ise bir tarihin yerine AVM yapılmasına göz yuman bakan olarak...
Değer miydi?
Bize düşen, sanatı ticarete feda eden bu zihniyeti yıkmaktır.
Ya da tavan arasına “taşımak”...
(İkisi aynıymış. Öyle diyorlar.)