Çarşamba gününe randevulaşmıştık. Ofisinde buluşup belgeselini konuşacaktık.
Kitabını benim yazmamı istemişti; yazdım.
Belgeselini de benim yapmamı istiyordu. Ve bu belgeseli çok önemsiyordu.
Eski ekip, onun için bir araya gelmiştik; son bir saygı duruşu için...
Birlikte belgeseller yaptığımız adamın belgeselini yapmak için aylardır çekimler yapıyorduk:
Kendisiyle, ailesiyle, dostları, meslektaşlarıyla...
Bürosunda, stüdyosunda, yazlığında, maçta, yolda, hatta evet kemoterapi odasında...
Azrail’e inat
Kanser, çokları gibi onu da dize getirebileceğini, derde düşürüp içine kapatabileceğini sanıyordu.
O, tınmıyordu.
Tersine daha da dışa açılmış, neşelenmiş, hayatla dalga geçer hale gelmişti.
“Temponu düşür” mü diyorlar, yeni bir belgesele girişiyordu.
“Vücudunu yorma” mı diyorlar, İstanbul’un kar fırtınasından kalkıp Karayipler’e dalmaya gidiyordu.
Bir gün Türkçe Olimpiyatları’nın jüri üyesi koltuğunda türkü dinliyor, ertesi gün kitap fuarında imza veriyor, Galatasaray’la deplasmana gidiyor, o söyleşiden bu programa koşturuyordu.
Daha 30 yaşında, Cemre’ye evlenme teklif ettiği mektuptaki iki sözcük, hayatının özeti gibiydi:
“Durursam, ölürüm!”
Son sorusu
Anestezi almadan önceki son sorusunun “Yazıyı gazeteye gönderdiniz mi” olması ondandı.
Akşamları size ekrandan gülümsedikten sonra bazen stüdyodan zar zor çıkıp kendisini eve taşıyan arabasında yorgun uyuyakalıyordu; ama tedavinin zorluğunu kimseye belli etmemeye, bunu mesele haline getirmemeye çalışıyordu.
Çocukluğundan beri en sevmediği şey, kendisine acınmasıydı.
Yakalandığı kanser türünden kurtulan, yok denecek kadar azdı. Bunu biliyordu.
3 ayda bir tahlil sonuçları geldiğinde endişeyle doktorunun ağzına bakıyor, onun “İyi” demesiyle hayattan 3 ay daha kredi aldığını öğrenip onu doyasıya tüketmeye başlıyordu.
Öleceğine aslında hiç inanmıyordu.
2015’te yapacağımız belgeseli planlıyordu.
Çekineceği, kaybedeceği hiçbir şey kalmamış insanlara özgü bir özgüvenle yazıyor, konuşuyor, yazıyordu.
Son bir mucize?
Biyografisini yazarken, 2 yaşından itibaren ecelle dans edişini, akıl almaz bir şansla onu her defasında yenişini hayretle izlemiş biri olarak ben de “Son bir mucize”ye inanmıştım.
Tanrı’nın sevip cömert davrandığı kullarından biriydi.
Hep istediği gibi yaşadı, hep istediği gibi gitti:
Eli ayağı tutarken...
En sevdikleri başucundayken...
Ekrandayken, yazısını yazarken...
Kimse ona acımadan...
Yeminli düşmanlarının bile hayır dualarıyla...
100 bin alkış
Dedim ya, çarşamba gününe randevulaşmıştık. Salı günü aradı, ateşliydi. Hastaneye gidecekti.
“İstersen erteleyelim bizim buluşmayı... Haftaya yaparız” dedim.
“Ben de senden onu rica edecektim, diyemedim” dedi.
Böylece onu son kez görme, belgeseli için sesini kaydetme şansını kaybettim.
Perşembe Diyarbakır’a uçup Selahattin Demirtaş’la program yapacaktı. Ben çarşambadan Diyarbakır’a gittim.
Demirtaş’la buluştum. O da Paluluydu; Birand’ın hemşerisiydi. İlkbaharda Birand’ı da alıp Palu’ya gitmeyi kararlaştırdık; o sıralarda onun kalbiyle cebelleştiğini bilmeden...
Ertesi gün mitingden hemen önce Birand’ın vefat haberini benden alan Demirtaş, konuşmasının sonunda alanı dolduranlara acı haberi verdi.
Ve Birand, yıllarını verdiği, cesaretle işlediği, uğruna küfürler, davalar yediği Kürt sorununda, hep özlemini çektiği, son yazısında bahsettiği barışla orada buluştu.
Keşke alanı dolduran 100 bin kişinin, onu nasıl bir duygu seliyle, sevgi ve saygıyla alkışladığını da görebilseydi.
Hep demokrattı
Hayatı boyunca tabularla cebelleşmiş, yerleşik klişelere cesaretle kılıç çekmiş, bunun da bedelini ağır ödemişti.
Ama liberal kişiliğinden hiç ödün vermemiş, sadece siyasi duruşunda değil, insan ilişkilerinde de hep demokrat kalmıştı.
İddialı çıkışlarından dolayı seveni kadar sevmeyeni de çoktu belki; ama sempatikliğiyle, çocuksuluğuyla, hiç tükenmeyen enerjisiyle kendini sevdirmeyi, hayran etmeyi bilirdi.
O yüzden de “Madrit’in Midyat ilçesinde...” diye lafa girmesi kimseyi rahatsız etmezdi.
O, gergin Türkiye’yi rahatlatan isimdi.
Bir başarı öyküsü
Birand’ın hayatı, iyi yaşanmış bir başarı öyküsüdür.
Sadece kişisel olarak yaptıklarıyla değil, yetiştirdikleriyle, önünü açtıklarıyla, yarına taşıdıklarıyla da bir çığır açmıştır.
Yeri kolay dolmayacak.
Bunu daha öldüğü gün, haber kanallarının Diyarbakır suskunluğunda gözledik bile...
Neyi kaybettiğimizi zamanla daha iyi anlayacağız.
“Canci”
Bu satırları, onun belgeselinin montajından yazıyorum.
Onun için, onun ağzından yazdığım son metni, onun yerine ben seslendiriyorum.
Birinci tekil şahıs ifadelerini üçüncü tekil şahsa çeviriyor, “ben” yazan yerlere “o” koyuyorum.
Kendimi onun yerine koyuyor, “O”ndan öğrendiğim gibi seslendirmeye çalışıyorum.
Beğenecek mi?
Maalesef bu kez soramayacağım.
Aradığım numaraya ilk kez ulaşılamıyor.
Ve bu durum, sadece habercilikte değil, her kararında ona danışan, her derdinde ona koşan bizlerin hayatında da bir dönemin bittiğini kanıtlıyor.
Nur içinde yat Mehmet Ali abi!
“Canci” sana minnettar.