Çok tatlısınız. Haftalardır Pembe Nar’daki yazılarıma, vakit ayırıp, yorum yapıyorsunuz, sorular soruyorsunuz, bu vesileyle hepinize çok teşekkür ediyorum. Gönderdiğiniz maillere bazen kahkahalarla gülüyorum, bazen de sizinle ağlıyorum…Önce güldüklerimden başlayayım, “Hikayelerde anlattığınız aşk gerçek mi, böyle sevilebilecek bir adam kaldı mı” Evet, hikayelerdeki aşk gerçek, adam da kanlı canlı İstanbul’da yaşıyor. Sevilebilecek adam kaldı mı sorunuza ise şöyle bir yanıt vereyim.
Sevmek size ait bir duygu, istediğiniz insanı istediğiniz kadar seversiniz, kim nasıl karışabilir? Ancak bu sorudan kastınız, adam beklentilerinizi yerine getirmiyor diye, “sevilemez, sevilmemeli, hatta hemen gömülmeli” kategorisine giriyorsa, buna itiraz ediyorum. Elbette benim de zaman zaman beklentilerime asla yanıt bulamadığım anlar, isyan ettiğim, hırçınlaştığım zamanlar oluyor ancak vicdanıma, aklıma, gönlüme bakıyorum, egomu şımartmamalıyım cevabıyla karşılaşıyorum. Yoksa sevişmeden ölüp, gideceğiz diye ben de perişanım ama…
Aşk Bedende
Aralık ayının kapısında, sevdiğimin yaş gününü beklerim ben, artık sene bitmiş, tüm hesaplar kapatılmakta, hayat tamamlanmaya, yeni olanın ışıltısı ise gelmeye başlamıştır. Her yıl daha çok heyecanlanırım, bilirim ki, onun yaş günü, benim doğum günümdür. Her yıl yeniden yeniden doğarım onunla.
Herkes ben önce doğdum, ondan daha çok yaşadım diye, beni daha bilge, zannederler, neden bu kadar naif davranırım, şaşar kalırlar. Oysa her saniye yeni bir şey öğrenirim ondan. Yüreğimdeki şövalyenin gözlerindeki, sözlerindeki şaşkınlık, her an beni egomun uzun duvarlı, derin sokaklarına gönderir.
Egom sevdiğini dizinin dibinde ister, yüreğim bırak uçsun der. Egom kıskanır, yüreğim kalbi senin der… Egom hep beni sevsin, yüreğim ise daha ne kadar seni sevebilir ki der.. Egom sinir olur ona, bir daha asla görüşmeyeceğim der, yüreğim kahkahalarla güler. İnsanlar ona karşı hassasım hatta biraz aptalım diye düşünürlerken, yüreğim biraz daha büyür.
Her yaş gününde o yol aldıkça, ruhum yeniden
Uçağın tekerlekleri yerden kesildiği anda, kalbimi sevdiğime emanet edip gittiğimi biliyordum. Bedenim, aklım, zihnim Londra uçağında maskenin ardında gizliydi ama yüreğim gelmeye direniyordu. Varlığımdaki insanın ona çok iyi bakacağından hiç kuşkum yoktu tıpkı benim gibi; aşkını avuçlarımın içinde sakladığım gibi saklayacaktı.
Aldığımız nefese tat veren aşk; zaman zaman gizli, yasak veya karşılıksız oluyor, olabilir elbette. Böyle anlarda en sık düştüğümüz tuzak, alamadığımız tadı zihnimizi en kolay kandırabileceğimiz yerlerde, yemek sofralarında, pastanelerde arıyoruz. Kendimize sus payı veriyoruz. Kendimizle karşı karşıya gelmek istemiyoruz. Biliyoruz ki, yüreğimizin parçalanmış haline bakarsak, onunla konuşmamız gerek.
Onu üzdüğümüzü itiraf etmeliyiz, değerimizi ayaklarımızın altında çiğnediğimizi görmemiz gerek, yüreğimizi açtıktan sonra elbet aşkın bize koşarak geleceğini hatırlamamız gerek. Bedenimizi büyüterek, uyuşturarak, o sevgiliden diğerine koşarak, içerek, boyanarak, soyunarak, devamlı çalışarak bu yüzleşmeden
Galiba 5 yıl kadar önceydi… Acayip hoş, sohbeti keyifli, kendine güvenen bir yakışıklıyla “date”e çıkacağız ama çok da ilgili değilim. Güzel bir yemek yiyip gülüp eğleneceğiz; “takıl”acağız yani… Giyindim, süslendim, otoparka girdim, aşağı ineceğim, nasıl dizlerim titriyor anlatamam. Hasta mı oldum ne oluyor derken baktım diz titremesi dışında hiçbir şey yok.
Akşam gayet güzel geçti, dizimi falan unuttum. Adamla da o kadarla kaldı hikaye. Bir süre sonra spiritüel bir çalışmada öğrendim ki, ego yüksekse veya ego direniyorsa, ilk olarak dizlerden fark edilirmiş. Yani adama aşık olmaya, eğlenmeye gidememişim zaten; egom izin vermemek için uğraşıp durmuş.
Bugün aşık olduğumu yine dizlerimden anlıyorum. Egomla sık sık konuşuyoruz; ben ona diyorum ki, “Direnme lütfen, o beni üzmeyecek, kırmayacak, acı çekmeyeceğim. Aksine aşkla el sıkışacağım. Beni yıldızlara çıkaracak üstelik kahkahayla. Beni korumana gerek yok, aşk sonuna kadar yanımda olacak.”. Dizler normal, ruh tutku doluysa aşk havada yükselmiyor,
Aşık olduğum yakışıklının çevresindeki kadınları gördükçe, geceleri uyuyamıyordum. Neredeyse tamamı yeryüzüne inen Tanrıçaları temsil ediyordu. Hepsi incecik, güzel ve “çağımızın gereğine” uygun olarak muhteşem Instagram pozları veriyorlardı. Yüreğimdeki adamın, onlara 100 metre bile yaklaşması benim kıskançlıktan yanmam için yeterliydi.
Aşkın ruhun enerjileriyle doğrudan bağlantılı olduğunu öğreneli çok oldu aslında. Kendimize giden yoldaki ağır kabukları aşkla kırıyorduk. Biliyordum ancak bu canımın yanmasına engel olamıyordu. Kavrula kavrula kendi değerimizi, ne kadar özel olduğumuzu, yüreğin sevmesi ile aklın ilişki kurması arasındaki yol ayrımını aşkla öğreniyoruz.
Değerimizin bedeni, bedenimizin değeri…
Bedenimizle ilişkimizi doğru düzgün kurabilmenin yolu da, aşktan geçiyordu. Aşkta çuvalladığımız her anın bedelini bedenimize ödetiyorduk, “Çirkinsin, fazlan var, şişkinsin, hep ödem hep ödem, hiçbir şey sana yakışmıyor, senin yüzünden beni sevmedi” ve bunun gibi uzayıp, giden bir
Bir kez daha anladım ki, aşkın kendine ait bir ömrü var. Ne yaparsam yapayım, onu öldüremedim, yok edemedim, ortadan kaldıramadım. Uzun bir süre çok sessizdi, beni terk ettiğini düşündüm, hatta çok sevindim. Beni tepeden tırnağa ele geçiren acıya dayanamıyordum. Kim ne derse desin, bu acıyı sadece yaşayanlar bilir!
Nefes almak için neler yapmadım ki… Aşkı da, aşık olduğumu da yok saydım, aramadım, sormadım, herkesin istediği gibi “normal” bir kadın oldum. İşime, dostlarıma, hobilerime vakit ayırdım. Spora gittim, beden dönüşümü için çalıştım, hatta başka erkeklere şans vermeye başladım.
Kadınlara destek olan yaşam koçlarını, psikolog, sosyolog neredeyse herkesi dinledim, herkes “normal, akıllı, mantıklı” olmak gerektiğini söylüyordu. Aşk acısı; yüksek egonun sesiymiş, duygusal bağımlı insanlar yaşıyormuş vs. yani benden başka herkes aşkı doğru düzgün yaşıyormuş. Kendimden şüphe etmeye başladım, çevremde de aklı başında bir kadın olarak bilinirim güya.
Elimden geleni yaptım, ta ki onu görene
Bir erkeğin her milimetrekaresini sevdiniz mi hiç? Ben sevdim. Yok dokunmadan sevmekten bahsediyorum, dokunarak kolay! Her milimetrekaresini hayal ediyorum, hayal ederken bile sıcaklığını duyabiliyorum. Milimetrekarelerce şükrediyorum varlığına. Aşkın en güzel yanı, o olmasa bile, sevginin taşmasını, içindeki kahkahaları, yüzündeki gülümsemeyi durduramamak. Nereye gidersen git, saat kaç olursa olsun, aşk hep seninle beraber. Bazen sırtında ağır bir yük gibi, bazen de bir bebek gibi o seni kucaklıyor….
En tatsız tarafı özlemek, çok özlemek, insan aklının alamayacağı bir hasret. Aklımı kaçırıp, kaçırmadığımı merak ettiğim anlarda yüreğimdeki sızıyı dostlarımla paylaşıyorum, beraber ağlayıp, beraber eğleniyoruz. Mesela Meriç çok güzel aşk, ilişkiler, ruh eşi, ikiz alev konularında tarot bakıyor. Beni o kadar eğlendiriyor ki, Youtube sayfasına mutlaka uğruyorum. Meriç Tuncez çok ilginç bir tarotçu, öncelikle erkek. Biliyorsunuz tarot bakan fazla erkek yok. Bilkent Üniversite’nde İşletme okudu ardından Koç
Aşık olmak isteyen, hayal eden, heyecanlanan herkesten kaçıyorum. Her an yanımda taşıdığım ateş çemberini görecekler diye ölesiye korkuyorum. Aşkın karanlığına, yakıcılığına dair hiçbir şey bilmediklerinin farkındayım, onlar için seviniyorum. Geçtiğimiz günlerde, bir arkadaşım aşkın aslında hayattan keyif almak olduğunu, sevdiğiyle çok mutlu olduğunu anlatıyor bana. Bilirim ki sefa boyutu hep cefa boyutuna bağlıdır. Aşk sana seni tanıtmıyorsa o aşk değildir ki, takılmadır, sevgililiktir hatta belki evliliktir ama aşk değildir.
Koşulsuz, menfaatsiz, saf…
İlk öğrendiğim bu oldu benim. Hamdım, yandım, piştim ne güzel söz derdik, yanmak yanmakmış meğer. Göremediğin alevin yakması, kavurmasıymış. Ancak öyle öğreniliyormuş. Evet çok şey öğrendim ben de her aşık gibi. Aşk bana kadın olmayı öğretti.
Koşulsuz, menfaatsiz, beklentisiz saf bir şekilde sevebileceğimi gördüm, meğer ne kadar yürekli ne kadar korkusuzmuşum dedim, gurur duydum kendimle. Karanlıkta insanın gözleri daha iyi açılıyormuş, kendine daha dikkatli bakıyormuş, aşkın içinde