Adıyla bile insanı meraka sürüklüyordu, bir de önüne birçok eleştirmen tarafından yakıştırılan “Yılın en iyi filmlerinden biri” sıfatı ile Joachim Trier imzalı “Dünyanın En Kötü İnsanı” (Verdens verste menneske) MUBI’ye gelişiyle en çok heyecan yaratan filmlerden biri oldu. Hazır mıydık “Dünyanın En Kötü İnsanı” ile tanışmaya? Afişindeki gözlerini gölgesiz bir neşeye ufuklara dikmiş genç kadın yüzü de denkleme eklenince, açıkçası biraz “tehlikeli” bir insanla tanışmaya hazırlanmıştım kendi adıma. Bir tür “zehirli sarmaşık”. Karşısındaki sonsuz olasılıklar silsilesi ile ne yapacağını bilemeyen, bugün onu, ertesi gün diğerini isteyen ama gene memnun olmayıp arkasına bakan, hayli “sıradan” bir günümüz insanı, bir Y kuşağı mensubuyla tanıştım.
30’una henüz basmamış bir kadın, Julie. Tıp öğrencisiyken aslında ilgisini çekenin insanın dışı değil, içi olduğunu anlayarak psikoloji okumaya karar veriyor. Tam o sırada asıl istediğinin fotoğrafçılık olduğunu fark ediyor, ayrıca meğer içinde bir yandan da hep yazma isteği varmış. Tabii Norveç’te sınav sistemi ve yaşam şartları bizdeki gibi olmadığı için bütün bunları deneme, kendisini “keşfetme” yolunda uzun uzun oyalanma fırsatı buluyor.
Aynı kafa karışıklığı hayatına girecek erkek, yaşayacağı ilişki türü gibi konularda da bocalamasına neden oluyor Julie’nin. Kendisinden 15 yaş büyük karikatürist sevgilisi Aksel ile kurduğu sakin ve entelektüel düzeyi yüksek ilişkiden bir süre sonra hayattan bir kafede garsonluk yapmaktan fazlasını beklememekle suçlayacağı garson Eivind’e savrulabiliyor örneğin. Bir yandan “yanında kendisi olabileceği” ideal erkeği ararken, “Kendimi kendi hayatımın seyircisi hissediyorum” gibi, “Sanki kendi hayatımın yardımcı oyuncusuyum” gibi muhtemelen hepimize aşırı tanıdık gelecek cümleler kuruyor. Bunların bir benzerini post-it’lere yazıp panosuna asan insan sayısının az olmadığını sanıyorum. O “başrolün” gelmesini beklerken geçebiliyor ömür.
Joachim Trier’in senaryosunu Eskil Vogt ile birlikte yazdığı, “Oslo Üçlemesi”nin son halkası olan filmi, gitgide seyredilebilir bir örneğini bulmakta zorlandığımız “romantik komedi” türüne dahil etmek mümkün. Ama bu türün klişelerinden uzak, günümüz insanının çelişkilerini, çatışmalarını, kafa karışıklıklarını taşıyan, ayakları yere basan bir versiyonu. Karakterleri de hayatının aşkını bulup sonsuza kadar mutlu yaşayan masal prens ve prensesleri değil, zaafları, zaman zaman açgözlülükleri, ne istediklerini bir bilir bir bilmez hâlleriyle son derece gerçek insanlar. Aksel ile Julie arasındaki “kuşak farkı” da çok incelikli, yüzeysellikten uzak şekilde işleniyor filmde. “Kültürün objeler aracılığıyla yayıldığı bir dönemde çizgi romanlar, plaklar, kitaplar arasında, biriktirerek büyüyen” Aksel’e karşı “Onun aslında yapmam gerekeni mi yapıyorum kuşkusu olmadan çizebiliyor olmasına”, bir işe kendini adamanın lüksüne özenen Julie. Ne kadar çok olasılık, o kadar çok tatminsizlik bir yandan.
Cannes Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü alan Renate Reisve’nin göz ve gönül alıcı performansıyla daha da derinleşiyor, “Dünyanın En Kötü İnsanı”. Bir yandan “mansplaining”den (erkeklerin kadınlara neyin ne olduğunu kendilerinden emin ve küçümseyici şekilde açıklamasına verilen ad) “MeToo”ya pek çok kavrama değiniyor ve bunu “İçine şunu da koyalım dedik” duygusu vermeden yapıyor. İnsana, ilişkilere, hayattaki seçimlere ve motivasyonlara dair birçok sözü ve bunları söylemek için özgün bir dili var. Julie yeni bir aşka doğru kanatlanırken bütün Oslo’nun donduğu, zamanın bir tek kendisi ve sevgilisi için aktığı sahne de o duyguyu en güzel anlatan sahnelerden biri olarak kalacak hep.