Herhalde ekranlarda görüp görebileceğimiz en hareketli dizi sezonu açılışı yaşanmakta. Koronavirüs salgını nedeniyle yapılan erken finallerin acısı çıkarılıyor, eski dostlar bir bir dönerken yeni başlangıçlar da birbirini izliyor. Tabii bir yandan da tekrar evlere kapanacak mıyız endişesiyle harıl harıl yedek bölümler çekiliyor. Bu kış dizisiz kalmayacağımıza kesin gözüyle bakabiliriz.
Bu sırada dikkati çeken iki şey var: Birincisi, pandemiden daralan ruhlara iyi geleceği düşünülen peri masallarından fırlama romantik komediler sardı her yanı. Hani yaz dizileri hep olurdu ama yeni başlayanlar da göz önüne alındığında sayıdaki artışı fark etmemek mümkün değil. İkincisi de “gerçek hayat hikâyesinden” ibaresi taşıyan dramalar çoğaldı. Yani iki uç arasında salınmaktayız, ya bizi gerçeklerden koparacak, birkaç saat gülümsetecek işlere yöneliyoruz ya da hayatın sert, acımasız ama sahici yüzüne. Özellikle de insan psikolojisini irdeleyen işlere. Dünya anlaşılmaz oldukça kendimizi anlayalım bari diyoruz herhalde.
Bu ikinci kategoride dikkati çeken bir şey daha var: Psikiyatr Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun imzası. Daha önce “İstanbullu Gelin” dizisi de onun kitabından ilham alınarak yazılmış ve Tilbe Saran-Fırat Tanış arasındaki terapi seansları müthiş ilgi görmüştü. Şimdi tamamen terapi seansları üzerine kurulu “Kırmızı Oda” aldı onun yerini. Senaryosunu Banu Kiremitçi Bozkurt’un yazdığı dizide Dr. Budayıcıoğlu’nun adını bu kez hem proje tasarımında hem de danışman olarak görüyoruz. Tıpkı yeni başlayan, Ezgi Mola, Merve Dizdar, Farah Zeynep Abdullah, Birkan Sokullu’lu “Masumlar Apartmanı”nda olduğu gibi (“Madalyonun İçi” romanından uyarlanan dizinin senaryosunu Deniz Madanoğlu kaleme alıyor). Geçen sezondan devam eden “Doğduğun Ev Kaderindir” ile etti üç. Yani şu an ekranlarımızda Gülseren Budayıcıoğlu’nun terapi odasından çıkan üç dizi var.
Bir yandan “Kırmızı Oda”da Binnur Kaya’nın oynadığı doktorun dediği gibi “Burada söyledikleriniz burada kalır” diye açılan bir kapının ardında yaşananların bu derece dile dökülüp göz önüne serilmesinin etik boyutu tartışılmaya devam ediliyor. Evet, izin alınarak da yazılsa bunun insanı rahatsız eden bir yanı yok değil. Ben derdime deva bulmaya gitmişim, sonunda kendimi dizi karakteri olarak buluyorum, hoş değil.
Öte yandan, sahici insan hikâyelerine ihtiyaç olduğunu gösteriyor bu furya. Her kapının ardından bir mafya babası çıkmasa, her insan evladı soyunu sopunu öğrenmek için DNA testi yaptırmasa da, kendimize, annemize, kapı komşumuza benzer insanların meselelerini merak edebiliyoruz. İlla birisi ötekinin kuyusunu kazmak, entrikalar birbirini izlemek, meleklerle şeytanlar çarpışmak zorunda değil. Kimsenin katışıksız iyi ya da kötü olmadığı, şiddet uygulayan kişinin de bir zamanlar acı çeken bir çocuk olduğu, küçükken sevilmemiş birinin sevmeyi bilmeyen bir despota dönüştüğü ama bir yandan bütün bunların iyileşme umudu taşıdığı bir dünya da izlenebilir oluyor pekâlâ.
Üstelik gerçek hayat da insana beklenmedik talih dönüşleri, inişler, çıkışlar, iyi ve kötü sürprizler hazırlamada en az senaryo yazarları kadar yaratıcı.