Her zaman bir sürü engele, soruna, yükümlülüğe ‘rağmen’ yapıldığı bir sır olmayan tiyatromuz Kovid-19 dünyayı sarsmaya başladığından beri iyice zor zamanlar geçirmekte. Sabit sahnesi olmayan tiyatro emekçileri geçim derdi yaşıyor, salon sahibi olanlar buna ilaveten bir de pandemi falan dinlemeyen giderlerle baş başa. Avrupa yakasının az sayıdaki sahnelerinden TOY İstanbul’un kapanma haberini aldık geçen hafta. Maalesef sırada başkaları olmasından korkmak için yeterli verimiz var. Hal böyleyken tiyatrosunu ayakta tutmak için bin türlü özveride bulunanlara bir kez daha şapka çıkarmak gerekiyor galiba. Ya da işte başlarına bir taç, bir kavuk, takdir edildiklerini, fedakârlıklarının, emeklerinin görüldüğünü belirten bir sembol takarak teşekkür etmek.
Doğal olarak sözü Şevket Çoruh’a getirmek, niyetim. Ben bu satırları yazarken henüz somut olarak devralmasa da siz okurken Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nda düzenlenen törenle İsmail Hakkı Dümbüllü’nün kavuğunu Rasim Öztekin’den devralarak tiyatromuzun altıncı “kavuklusu” olacak Şevket Çoruh’a. Kavuğun yeni emanetçisi olacağı duyurulduğundan beri bunu hak edip etmediği tartışılan Şevket Çoruh’a. Memleketin “liyakati” en çok sorgulanan ‘mevkii’ bu kavuk sanırım. Herkesin bu konuda bir fikri, daha iyi bir önerisi ve sorulacak hesabı var. Ne yaptı da hak etti, kaç yıl tiyatro yaptı, kaç oyunda oynadı, kaç kişiyi güldürdü, bunlar hep sorgulanıyor.
Şevket Çoruh’la Milliyet Sanat dergisi için Baba Sahne’de bir araya geldik. Oturduk, marttan beri tek bir oyun oynanmadığı, dolayısıyla bir gelir akışı olmadığı halde tıkır tıkır işleyen, sabit giderleri ve belirsiz bir gelecek için yeni oyun planları aralıksız devam eden mekanda sohbet ettik. Konuştuklarımız derginin ekim sayısında olacak. Gördüğüm ise, hiç yılgınlığa düşmeden hayaller kurmayı sürdüren bir tiyatro emekçisi. 2017 yılında gazetelerde “Salon sevdası pahalıya mal oldu” gibi başlıklarla kendine yer bulan Baba Sahne onun için ustalarından öğrendiğini devam ettirmenin bir yolu, bir görev, bir sorumluluk. Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde böyle öğrenmiş hocalarından, tiyatro paylaşılır, arkadaşlarla, yoldaşlarla, çıraklarla, seyirciyle. Baktığımız yerden bu paylaşıma ev olacak bir mekân, bir tiyatro salonu yapacağım diye yirmi küsur yıl televizyon dizilerinden edindiğin bütün birikimini harcamak bize çok saçma görünebilir. (Düşünsenize, adını bile “Şevket Çoruh Sahnesi” koymamış, bari namı yürüseydi.) Neden bunun yerine parasını dolara, altına, faize falan yatırıp yan gelip yataraktan ya da çok istiyorsa arada bir oyun oynayaraktan bir eli yağda bir eli balda yaşamayı tercih etmediğini anlayamayabiliriz. Ama anlayamıyorsak bari saygı gösterelim, bu insan bu mesleği aşkla, hakkını vererek, uğruna varını yoğunu dökmekten gocunmayarak yapıyor. Rasim Öztekin kavuğu ona “Türk Tiyatrosu’na bugüne kadar yaptığı ve yapacağı katkılardan dolayı devrediyorum” derken haksız değil. Hala da “Ben sıramı savdım, çok da zarar ettim, artık başkaları düşünsün” demiyor. Aklı Anadolu’nun tiyatrosuz köşelerine salon yapmakta, İstanbul’da belki bu kez bir “Ana Sahne” açmakta. Bu kadar özveriye ve çabaya kavuk ya da çok istiyorsanız takke, ne fark eder, bir sembol bu hakkı mıydı diye sorgulamak asıl haksızlık.