Sırf isminden, ait olduğun dinden, kültürden, milliyetten ötürü potansiyel suçlu kabul edilmek, farklı muamele görmek, bir intikam sözünün parçası olarak gencecik yıllarını hapiste geçirmek ve işin en kötüsü derdini anlatamamak. Kimsenin sana inanmaması… Ya da sadece bir kişinin inanması. Annenin.
Bu bir kâbus senaryosu, evet. Hepimizin hayatta yaşandığını, yaşanmakta olduğunu çok iyi bildiğimiz bir senaryo, öte yandan. Prömiyerini 72. Berlin Film Festivali’nde yapan, bu yıl pek çok festivalin göz bebeği olan, şu anda MUBI’de izleyebildiğimiz “Rabiye Kurnaz vs. George W. Bush”, böyle bir ‘gerçek’ kâbusu anlatıyor. 3 Ekim 2001’de Almanya Bremen’de yaşayan Kurnaz ailesinin annesi Rabiye üç oğlundan en büyüğü Murat’ın (19) oda kapısını tıklatarak onu uyandırmaya çalışıyor. Sesine karşılık alamayınca kapıyı açıyor; boş bir oda, hiç yatılmamış bir yatak. Arkadaşlarına sorarak başlıyor oğlunu aramaya, o sıralar sıkça gittiği caminin imamıyla devam ediyor ve sonunda yakaladığı ipin ucunun Guantanamo’ya uzandığını öğreniyor. Hayatında hiç duymadığı, yerini bilmediği, gözlerden ve adaletten ırak askeri hapishane. İslami bilgisini artırmak için kimseye söylemeden Pakistan’a seyahat eden Murat Kurnaz, 11 Eylül sonrası travması ve Talibancı başına verilen 3000 dolar ödülün cazibesiyle Amerikan askerlerine satılmış ve bir hâkimle ya da avukatla görüştürülmeden, ailesine haber verilmeden, sorgusuz sualsiz kafese kapatılmıştı. “Alman Talibanı Murat Kurnaz” başlıkları ve söylemediği cümlelerle annesi Rabiye Kurnaz tabloidlerin baş sayfasındaydı artık. Her Müslümanı terörist ilan etmekte tereddüt etmeyen ırkçıların da hedef tahtasında elbette.
Senaryosunu Laila Steiler’in yazdığı, yönetmenliğini ve yapımcılığını Andreas Dresen’in üstlendiği “Rabiye Kurnaz vs. George W. Bush”, bir annenin, sıradan bir ev kadınının evladının adil yargılanma hakkı için neredeyse bütün dünyayla mücadele etmesini anlatan bir film. Bu ‘bütün dünya’ya “Masum olduğunu nereden biliyorsun?” diye soran kocası dâhil. Üstelik Rabiye’ye bu gücü veren çocuğunun suçsuz olduğundan emin olması da değil. Bununla ilgilenmiyor ne Rabiye ne de film. Suçlu ya da değil, bir insanın adil ve eşit yargılanma hakkını elinden alan ikiyüzlü düzen, ele alınan. Yanında da rehberden bulup kapısına dayandığı, onunla birlikte bu haksızlıkla mücadele yoluna baş koyan insan hakları avukatı Bernhard Docke var. Onun da karşısına “Ne yani bir İslami teröristi mi savunacaksın?” diyen meslektaşları ve son derece taraflı sorular soran gazeteciler dikiliyor.
Murat Kurnaz’ın beş yıl süren tutukluluk, annesiyle avukat Docke’nin bir o kadar süren -Washington’a yüksek mahkemeye kadar uzanan- mücadele sürecini anlatan film, bu insanı yılgınlığa sürükleyecek hikâyeye gülümseyen, aydınlık bir yerden yaklaşıyor. Bir kere Rabiye Kurnaz inanılmaz neşeli, komik, en karanlık anları umuda çeviren, asla vazgeçmeyen, kapıdan çıkamasa pencereden çıkan bir kadın. Berlinale’de En İyi Oyuncu Ödülü’nü alan Meltem Kaptan da şahane bir Rabiye olarak çıkıyor karşımıza. Onun o karartılamayan neşesine ve umuduna ortak olmak istiyorsunuz ki bu filmi izlemeyi bu kadar keyifli kılan en önemli unsurlardan biri bu. Bir diğeri de bence Alexander Scheer’in oynadığı avukat ile aralarında kurulan güven, dostluk, yoldaşlık ilişkisi. Bu şaşırtıcı, sıcakkanlı, dost kadına kısa sürede Docke de hayran oluyor ve birlikte inanılmaz görünen bir hedefe doğru yürürken yavaş yavaş aile gibi oluyorlar.
Yakın tarihimizin ve bugünümüzün bu karanlık sayfasını iç burkan ama bir yandan güldüren ve umut veren bir yerden açan filmi izlemek, önyargılara dair düşünmek için de bir fırsat veriyor insana.