Washington
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 4 günlük Washington gezisi sonrasında hem Türk, hem ABD, hem Obama yönetimi hem de Kongre ayağında nabız tutmak için Washington’un altını üstüne getirdim. Ve aklıma yukarıdaki muzip başlık geldi.
Davutoğlu ile hafta başındaki 7 saatlik görüşme maratonunun önemli bir bölümüne katılan üst düzey bir Amerikalı yetkili, “Tamamen aynı sayfada olduğumuzu söyleyebilirim” diyordu. Oysa bana tam da öyle gelmedi. Anlatayım...
Son yazımda, 1996’dan beri Türk-Amerikan ilişkilerini izleyen biri olarak, bu gezinin benim için ‘ilk’ler içerdiğini söylemiştim. 15 yıldır ilk defa böyle yoğun bir muhabbet, adeta ‘ikinci balayı’ lafını hak eden bir eşgüdüme tanık oluyorum Washington ve Ankara arasında.
Oysa ben de birçok yorumcu gibi Türk-İsrail ilişkilerindeki kırılmanın Washington’da büyük faturası olacağına, buradaki kapıların bir bir AK Parti hükümetinin yüzüne kapanacağını düşünmüştüm. Tam tersine olmuş.
Arap Baharı ve Füze Kalkanı nedeniyle Ankara, ABD başkentinde tam anlamıyla ‘parlayan yıldız’ konumunda. Bu konjonktür, şak diye değişebilir; ancak şu anda böyle. Eskiden Türk yetkililer Washington’da 45 dakikalık randevuları 1 saate uzayınca sevinirlerdi; bu sefer Kongre ve yönetim nezdinde Davutoğlu’na bir tek kırmızı halı sermedikleri kaldı. İki dışişleri bakanı, geçen hafta Munich’te bir araya gelmiş olmalarına karşın yine ekipleriyle saatlerce toplantı yaptılar.
Ne konuştular? Âdet yerini bulsun diye Amerikan tarafı Kıbrıs, Ermenistan’la protokoller ve Heybeliada gibi konulara 5’er dakikalık zaman ayırdı. âdet yerini bulsun diye Hillary Clinton, Dışişleri Bakanı’yla baş başa görüşmesinde medyanın durumu ve basın özgürlüğünden dem vurdu. Ama iki ülke arasındaki asıl başlık, İran ve Suriye idi.
İşte bu yazının başlığı da, Suriye meselesine bakıştaki farklılıktan esinlenerek atıldı. Evet, Amerikalı yetkilinin bana aktardığı gibi her iki ülke de ‘aynı sayfada’, yani Beşar Esad rejiminin meşruiyeti kalmadığı, gitmesi gerektiğini düşünüyor. Ama ondan sonrası karışık.
Amerikalılar, seçim yılı olduğu için, savaş yorgunu oldukları için, Libya ve Irak’ta işler sarpa sardığı için, başlarında nükleer İran meselesi olduğu için ve daha saatlerce anlattıkları bin bir sebepten dolayı ‘ellerini taşın altına koymak’ istemiyor. Ne tampon bölge, ne insani koridor, ne de Suriye ordusundan kaçan Özgür Suriye Ordusu’na yardıma yanaşmıyorlar. Açıkçası bu kadarını ben de beklemezdim. Ama görüştüğüm yetkililerden sürekli neden bazı şeylerin ‘yapılamayacağını’ dinledim.
Türkiye ise, askeri bir müdahaleye kesinkes karşı olmakla birlikte, komşuda her gün onlarca insan ölürken elini kolunu bağlayıp oturmak niyetinde değil. Türk tarafının ilk kez masaya koyduğu bir plan var. ‘Planımsı’ diyelim. İlk aşamada diplomatik baskıyı arttırmak, Hama ve Humus gibi şehirlere yönelik insani yardım koridorlarını zorlamak, gerekirse BM’yi, Kızılhaç’ı, Kızılay’ı devreye sokmaktan söz ediyor Ankara. Arap Ligi ve BM’yle hareket ederek içerdeki halk hareketine maddi ve manevi destek yollarını bulmaya çabalıyor. Amerikan tarafı gibi ‘Maalesef yapılacak bir şey yok’ diye değil, ‘Ne yapabiliriz?’ diye başlıyor düşünmeye.
Dedim ya; bu gezi benim için bir ilk. Yıllardır gördüğüm tablonun tam tersi. İlk kez bölgesel aktivizm içinde, ‘bastıran’ bir Türkiye, ilk kez sürekli ‘ama’lar bulup ‘realizm’ adı altında ‘pasif’ kalmak isteyen bir ABD var.
Bunun sonu ne olur derseniz, kestirmek zor. Suriye’de halk ısrarcı; devrimden geri dönmeyecekler. Ben eninde sonunda diplomaside de Marslıların Venüslüleri ikna edeceğini düşünüyorum. Hayatta da hep öyle olmaz mı?