Aslı Aydıntaşbaş

Aslı Aydıntaşbaş

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Siyasetin kiri, pespayeliği bir biçimde hepimizin üzerine bulaşıyor.
Son dönemde birçok dostumdan ”Artık takip etmiyorum”, ”Haber izlemiyorum” gibi şeyler duyuyorum. İnsanlar yorgun. Onları temsil edenlerden daha kaliteli, daha edepliler. Bu yüzden de üst üste gelen yırtıcı seçim kampanyalarına bıkkınlıkla bakıyorlar.
Ama biz gazetecilerin böyle bir lüksü yok maalesef. Zavallı bir dile teslim olmuş ve dünya ortalamasının fersah fersah altında bir gündemle hemhal olmak, akılsız bir ortamda akıl yürütmek zorundayız.
Bu satırları, Milliyet seçim gezileri çerçevesinde ziyaret ettiğim Diyarbakır’dan yazıyorum. İstiyorum ki sadece seçim matematiğine odaklanmayayım, bir yandan da okura gittiğim kentlerin ve o kentlerde yaşayan insanların hikâyesini aktarayım, kilometrelerce öteden insanların birbirlerine dokunmalarına vesile olayım.
Ama doğrusu bu kadar çirkinliğe karşı gönül gözünü kapatan, sürekli sinirlenmemek için kulaklarını tıkayan okura hangi kelimelerle hitap edeceğimi bilmiyorum.
Mesela size dün yaşadıklarımın bir bölüm aktarsam nasıl olur? Diyarbakır’da tüm partilerle temas ederken, HDP adayı ve Diyarbakır eski müftüsü Nimetullah Erdoğmuş ile kahvaltıda buluşuyoruz. Derinliği olan, halk arasında sevilen biri müftü bey. Sohbet sonrasında Erdoğmuş, ”Benim Hazro’da bir cenazeye katılmam lazım. Siz de gelin” diyor. Ne cenazesi yahu? Haberlerde okumadım böyle bir şey.
Haberlerde yok, internette yok ama Diyarbakır’a her gün 3-4 cenaze geliyor! Hatta bazı günler 6-7 cenaze. Bunlar, Kobani ve Suriye’nin diğer bölgelerinde savaşmaya giden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları. Çoğu gencecik. Aralarında üniversite öğrencileri, doktorlar var. Gidişleri de cenazeleri de sessiz sedasız oluyor.
(Burada devletin tuhaf bir uygulaması gereği, Miştenur sınır kapısından Türkiye’ye teslim edilen cenazeler, savcının kapıda verdiği ”ölüm tespit tutanağına” rağmen, ille de Diyarbakır’da otopsiye getiriliyor. Sonra Türkiye’nin değişik yerlerine dağılıyor.)
Hazro’ya yüzlerce aracın olduğu bir konvoyla gidiyoruz ve yol boyu köylüler cenazeyi selamlamak için anayola çıkıyor. Hazro’da acılı ailenin evine gidiyoruz. İçeride gözyaşları ve isyan var. ”Ey şehit, kanın yerde kalmayacak” diye ağıt yakılıyor, ardından IŞİD karşıtı sloganlar atılıyor. Kalabalık ve hüzünlü bir törenle defnediliyor kırmızı yanaklı Mehmet Aslan...
Hemen sonrasında Hüda-Par’ın Diyarbakır adayı Zekeriya Yapıcıoğlu ile randevum var. (Detayları seçim yazımda aktaracağım) Röportaj sonrası bir biçimde kendimi 6-7 Ekim olaylarında ölen Yasin Börü’nün evinde, acılı annesini teselli etmeye çalışırken buluyorum. Gazetecilik merakı beni Bağlar’daki o fakirhaneye sürüklüyor ve bir gün içinde ikinci kez gözü yaşlı bir annenin önünde, kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir kedere ortak olmaya çalışıyorum.
Oysa ben Ankara’daki siyasetin çirkinliğinden uzaklaşmak için Diyarbakır’a atmıştım kendimi. Yağmurdan kaçarken doluya tutuluyor, bu şehirde Ankara’dan çok daha sahici ama daha derin bir acıya dokunuyorum.
Dedim ya, bu günler zor günler. Sadece çocukların gözlerindeki umudun ve ışıltının bir anlamı var. Gerisi boş.
Bu yüzden, belki size de dokunur diye aktarayım; buradan aklımda kalan da son cümle, küçük bir kızın bir parti yetkilisine sorusu: ”Abla, siz barajı geçerseniz abim geri dönecek mi?”
Bilmiyor; kimse bilmiyor; çünkü kimse 7 Haziran sonrası Türkiye’de ne olacağını kestiremiyor...