Ağır yüklerin altında ezilen insan öyküleri tıpkı Yeşilçam günlerinde olduğu gibi, günümüz televizyon-sinema yapımlarının da gözde konularından. Hem tüketilmeye uğraşılan ruhlarıyla aramızda gezinenlerin neler çektiklerini ortaya koymak, hem de gerçekleri yansıtmanın çekiciliğinden faydalanmak için tercih edilen bu öyküler, içeriklerindeki karakterleriyle değişiklik gösterse de temelde yapılan vurgu hep aynı… Parası olmayanların ‘Zerre’ kadar değeri yok!
Havada uçuşan ve ışıkta görünürlüklerini artıran zerrelerin, boşluktaki anlamsızlığını hatırlatan ismiyle karşımıza çıkan ‘Zerre’ de, iyi organize edilmiş bir sefalet kombinasyonu olarak bu söylemi aktarmaya ve yaşamın zaten bilinen gerçeklerini bir kez daha dillendirmeye yönelik bir çalışma.
Ekranlara veda ettirilmesi büyük kayıp olan ‘Kayıp Şehir’ dizisi ve festivallerdeki ödüllerine rağmen ne yazık ki gişede umulanı veremeyen ‘Kırık Midyeler’le aynı yaşam ortamında geçen ‘Zerre’, insan manzaralarıyla da aşağı yukarı aynı çizgide.
***
Paranın ne kadar önemli olduğunu üstüne basa basa işleyen ‘Zerre’, yevmiyelerini alamadıkları için şikâyet eden işçilerin çalıştığı sağlıksız bir atölye ortamından açılışını yapıyor. Sigorta vakti geldiği için işten çıkartma bahanesi arayan işverene karşı hak arama konuşmalarının eşlik ettiği sahneden arta kalan, ‘Şu, şu, şu…’ diyerek seçilen işçilerin kapı önüne konması.
‘Sefiller’ filmindeki Fantin’in işten atılmasını anımsatan sahnenin devamında ‘Zerre’nin seyirciye sunduğu manzara; lokantadaki artık yemekleri alıp götürme rutinindeki Zeynep’in bakıma muhtaç hasta kızının ve annesinin TV bağımlılığıyla yaşadıkları evin sefaleti…
İşsizliğin inkâr edilemez varlığı, belediyede işe girme umudu, üç kuruş kazanmak için başka şehre gidip çalışma çaresizliği, yurtdışına kapağı atma hayali, belediyenin seyyar satıcılara izin vermemesinden doğan şikâyet, Tarlabaşı evlerinin perişanlığı, Trakya’daki tekstil fabrikalarının sokaktan işçi toplayıp esir kampından beter yerlerde yatılı çalıştırma manzaraları, kadın işçilerle ustabaşların çıkarcı yakınlaşmaları ve en nihayetinde bu tarz yapımların olmazsa olmazı organ mafyası…
Erdem Tepegöz, tüm bu menüyü ‘Zerre’ filminin sofrasında alabildiğine yalın, hatta kimilerine fazla kaba gelebilecek bir dille servis etmekte. Gerçeği, kurmacanın süslemelerine kapılmadan vermeyi hedefleyen yapımdaki karakterler her şeye rağmen yaşama tutunmaya çalışan tipler.
Abartısız bir anne rolüyle ortamın şartlarına uyan Rüçhan Çalışkur… Hayatın acımasızlığını olduğu gibi kabullenen, duygularını maske gibi yüzünün ardına gizleyen, kanayan burnuna aldırmadan koşturmasını sürdüren Zeynep’i canlandırırken alabildiğine doğal olan Jale Arıkan… Ve bu asık yüzlü öyküde tek tebessüm olarak varlık gösteren Remzi Pamukçu… Anlayacağınız oyuncular, sanki filmde değil de gerçek yaşamın içindeymişçesine sergiliyorlar, görünemeyecek kadar küçük parçacıklar misali yaşayanların halini.
Bu da yansıttıklarıyla kimi zaman belgesel niteliğine bürünen filmi, ‘süssüz, sert’ bir kıvama getiriyor. Dolayısıyla, hep açık olan televizyonların renkli dünyasından medet uman minicik insanların konakladıkları bölgede, yaşamın olanca doğallığıyla verilmesi seyirciye batırılan bir iğne gibi hissediliyor!
***
İzleyiciyi, acımak duygusu yerine, ‘İnsana bu tarz yaşam yakışır mı?’ sorgusuyla maddi eşitsizliğe karşı tepkiye yönlendiren ‘Zerre’nin bir başka özelliği, yokluk karşısında açığa çıkan yaratıcı zekâ örneklerine de yer vermesi. Böylece bir çatalın nasıl sokak kapısı kilidine dönüşebileceğini de görmüş oluyoruz. Aslında acılarla harmanlanmış filmin, televizyonda sürekli oynayan çizgi film dışında, en sevimli sahnesi de bu!
Sonuçta; ‘Belediyede iş bulabilmek için para harcamak gerektiği’ olgusunun ısrarla üstünde durulduğu ‘Zerre’, hayatın acı gerçeklerini görmek istemeyenlere ya da en azından bu nahoşlukları, sulandırılmış öykülerin farklı renklerle süslenmiş sahneleriyle izlemeyi tercih edenlere hoş gelecek bir yapım değil.
Öte yandan; sosyal yardımlaşma kurumlarının varlığını sorgulatan, kentsel dönüşümle o bölgede yaşamaya çalışan insanların da hayatı dönüştürülebilecek mi diye düşündürten ‘Zerre’deki yalınlığın, hayal pompalayan yapımlara karşı bir seçenek olduğunu da söylemek gerek. Üstelik vurdumduymazlığın kol gezdiği yerde ‘Zerre’ kadar olanların dünyasını 80 dakikalık süreye sığdırması da, içeriklerini sakız gibi uzatanlara oranla bir avantaj.
‘Son noktada herkesin sinema tercihi kendine’ diyerek sözü bağlayalım.
Anibal GÜLEROĞLU