Çağımızın en önemli silahlarından biri, algı yaratmak! Amerika’dan çıkan ve dünyayı sarıp sarmalar hale getirilen bu iletişimsel taktiğin temelinde, insanları etki altına alabilecek, gizli veya aleni propagandalarla yapılan, psikolojik operasyon yatmakta. Bunun için günden güne geliştirilen algı yönetimi teknikleri mevcut. İnsanları ikna konusunda her şekilde etkili olan medyadan, internetine çeşitli mecraları hedefine varmak için kullanan algı yönetiminde, kurgu dünyası yani televizyon ve sinema yapımları da bu yöndeki operasyonları yürütme araçlarının önde gelenlerinden.
Nitekim Amerikan yapımlarıyla adapte edilen yaşam ve konuşma tarzının nasıl yaygınlaştığı meydanda. Yanı sıra Hollywood filmlerindeki kahramanlık motivasyonları da, Amerika’nın dünya kurtarıcısı olduğu yönünde fikirleri kitlelere yayma, reklam yapma hususunda tam gaz devrede. Bunun örnekleri saymakla bitmez. Anlayacağınız bir ülkenin kendi gücünü ve kültürünü başka uluslara adapte edebilmesinin ya da yönetimlerin kendi görüşlerini farklı düşünenlere benimsetebilmesinin yolu, algı yönetimini başarıyla uygulamasından geçiyor.
Hal böyleyken kurgusal yapımlar da eğlendirmenin ve vakit geçirtmenin ötesinde bir misyona sahip durumdalar. Dolayısıyla özel televizyonculuğun gelişimiyle birlikte hızla çoğalan dizilerimizin mevcut halini ve potansiyelini değerlendirirken bu ayrıntı doğrultusunda yorum yapmak… Yıllık satış geliri 350 milyon dolar olup 2023’te 1 milyar dolara ulaşmayı hedefleyen dizi sektörümüzün, yurt dışı algı yönetimindeki gücünü derinlemesine sorgulamak lazım.
Biz de bu mantıkla, 28-30 Eylül 2017’de Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde 60 ülkeden katılımcıyla gerçekleşecek olan IFTV - Uluslararası Film ve Televizyon Forum ve Fuarı öncesi konuya değinip ‘‘Sayıları bollaşırken içerikleri birbirlerine daha çok benzemeye başlayan; Güney Kore’den uyarlanan dizilerimizin sergilediği algı taktikleri ve yurt dışı gücü nereye kadar’’ diye sorgulayalım dedik. Hadi bakalım…
‘TURKISH DİZİ’ POPÜLARİTESİ SAMAN ALEVİ Mİ?
Deli Yürek, Gümüş, Binbir Gece, Muhteşem Yüzyıl gibi yapımlarla gelişmeye başlayan yurt dışı dizi pazarımız için MIPCOM, IFTV gibi uluslararası etkinliklerin önemli bir yeri olduğu muhakkak. Buralarda kendini tanıtma fırsatı yakalayan ve aktiviteleriyle dikkat çekmeye yoğunlaşan yapımların Türkiye’ye yönelik yalan yanlış algıları kırmakta hatırı sayılır bir güce sahip oluşu da inkâr edilemez. Hatta MIPCOM’daki ilgi gören dizi etkinliklerinin çoğunu Türkiye’nin düzenlemiş olmasıyla övünmek… Ve bu ilgiye bakıp başarı algısı geliştirerek, dizilerimizin yurt dışı varlığının uzun soluklu olacağına dair söylemlerle büyük hedefler koymak da mümkün. Ancak yapımlarımızın, Brezilya pembe dizileri misali, bir dönem fırtına estirip sonra gözden düşmeyeceğinin garantisini verebilmek için platformlardaki etkinliklere övgü dizmekten ve hedef koymaktan daha fazlasına ihtiyaç duyulduğunu da unutmamak lazım.
Peki, nedir bu ‘daha fazlası’? Tabii ki ‘içerik’ üretme gücü! Türk dizi sektöründe üretilen içeriklere bakıp gönül rahatlığıyla ‘Bu tarz işlerin uluslararası arenada uzun soluklu rekabetçiliğe gücü yeter’ diyebilir miyiz?
Göz boyayıcı algı yönetiminin etkisi olmadan bu soruyu cevapladığımızda diyemeyeceğimiz kesin. Zira şimdilerde dizi sektörümüzde ‘Muhteşem Yüzyıl’ serisini, ‘Vatanım Sensin’ gibi rekor satış yapanları ve TRT 1’in dev bütçeli tarihi yapımlarını bir tarafa bırakırsak geri kalan işlerin çoğunda özgün bir senaryo bulunmamakta.
‘Masum’ gibi internet kanalı için özgürce yaratılma avantajına sahip olanları da saymazsak ya çoğunun öykü çizgisi aynı ya da Uzak Doğu dizilerinden uyarlanmış işler. Bu durumda, yerli izleyici dahi bıkkınlık noktasına gelmişken, yurtdışındaki izleyicinin aynı tarz Türk dizilerini görme isteği veya orijinalini Güney Kore’den izledikleri işin yeniden yapılanmış halini merak etmesi nereye kadar sürer diye ölçüp biçmek gerekmiyor mu? Yoksa hâlihazırda gelişen yurt dışı popülaritesi, ‘saman alevi’ olarak değil de Kemer’deki ‘sönmeyen ateş’ gibi mi görülmekte?
Hiç kuşkusuz gönlümüz dizilerimize gösterilen ilginin ‘sönmeyen ateş’ olmasından yana. Lakin kendimizi kandırmaya da gönlümüz elvermiyor. Gerçek şu ki, ‘Turkish drama’ veya ‘Turkish content’ olarak markalaştırılmak istenip, bu yolla Brezilya dizilerinin saman alevi akıbetine düşmesi önlenmeye çalışılan diziciliğimizdeki içerik algısı, dünya çapında ‘sönmeyen ateş’ olmayı sağlayacak çapta değil. Bunun sebebi de, hazırlopçuluk ve kolaycılık mantığından bir türlü kurtulamamak… Yanı sıra, yenilikçiliğe ve kaliteye en büyük engel olarak gördüğüm ‘kadrolu senarist’ misali, sürekli aynı kişilere içerik ısmarlama hatasında direnmek!
Evet… Amerika’nın ardından en çok dizi ihraç eden ülke olabiliriz. Japon askeri gibi arka arkaya piyasaya sürülen dizi sayısını ve satılan ülkelerin algısal yönden bize yakınlığını düşünürsek bu sonuç da normal zaten…
Öte yandan yabancılara ‘Turkish dizi’ demeyi de öğretmiş olabiliriz. Ama bu demek değil ki, dizilerimiz, film özeniyle uzun süreçte yaratılan Amerikan-İngiliz yapımlarının algı yönetiminin gücüne sahip ve yabancılar da bizim dizilerimizin empoze etmeye çalıştığı algıları kabullenecek. O vakit ne olacak?
Gerçekten fark yaratanlar hariç, geri kalanlar üsluplarıyla ilk etapta yabancılara ilginç gelip rağbet görecek. Sonrası saman alevi gibi parlayıp sönme evresi olacak. Bu meyanda kültürümüzle yabancıları etkileme, onlarda ülkemize dair olumlu algılar yaratma olasılığı da güme gidiverecek.
Bakmayın siz magazin medyasındaki ‘Dizi turizmi, Araplar filanca oyuncuya bayılıyor’ gibisinden balonlara… Dizilerimizin Araplara veya Güney Amerika ülkelerine ya da Rusya’ya kültürel bazda algı yönetimi uygulaması mümkün mü? Hadi canım sen de. Hem Avrupa’nın kallavi ülkelerinin, Amerika’nın, Uzak Doğu’nun dizilerimize abartıldığı gibi ilgi göstermediği de aşikâr. Onun için analizler doğru yapılmalı. Balonlardan kaçınmalı.
KISACASI; Dizicilik sektörünün yurt dışı hamlesinde yüksekten uçarken birden çakılmak da var hesapta! Şayet diziciliğe bakış açımızı değiştirmemekte direneceksek ve ‘Kısa günün kazancı bize yeter’ diyorsak boşuna kendi kendimize propaganda yapmayalım. Yabancılar bir heves üşüşür dizilerimize. Sonra bakarlar ki, her gelen iş tıpkı Brezilya dizileri gibi, bir öncekilerin benzeri niteliğinde... Farklı tatlara yelken açıverirler hemen.
Burada bir parantez açmak isterim. Dizi pazarlamacıları, Brezilya pembe dizilerinin stüdyoda çekilmesine karşın bizimkilerin farklı mekânlarda yapıldığına ve gerçek hayata daha yakın olduklarına dayanarak, ilgi sürekliliğine güvenebilirler. Ancak bu mantıkla kendilerini avutanlara; son dönem dizi bolluğunda aynı mekânların, aynı yörelerin, aynı yüzlerin ve dahi aynı konuların sürekli kullanılmaya başlandığını görmeleri şiddetle tavsiye olunur. Dolayısıyla yapımlarımızın sadece içerik açısından değil, mekân olarak da tıpkılaştığı hakikati inkâr edilmemeli. Bu durumda da ilk etapta alternatif olarak ‘Turkish dizi’ diyenlerin, uzun vadede çark etmesi daha kolaylaşıyor!
Anlayacağınız… Tüm bu hakikatler doğrultusunda yapılacak analizde, 'içeriklerin özgünleşmesi gerektiği' gerçeği başköşeye oturtulmalı. İlaveten yurt dışına açılma hevesindeki dizilerin, iç mesajcılıktaki klişelerden arınıp, hedef kitlelerin kültürlerine özen göstererek onların beklentilerini karşılayacak nitelikte olmasına dikkat etmek de lazım. Ancak bu şekilde yurt dışı pazarı güçlendirilir ve Türkiye’ye dair kalıcı algısal gelişim sağlanır. Bizden söylemesi.
Anibal GÜLEROĞLU