Duygular, renkler ve şehirler… Sanatın kesişme noktaları. Renklerle, duygulara bir yol çizerken o yolun içinden geçtiği bir şehir dokusu mutlak vardır. İster belirgin, ister satır aralarında gizli… Sanatçının eserinden, sanatı özümsemeye çalışanın zihnine yarattığı çağrışımlarla hissettirir kendini… Ve sorgulatır… İçinde yaşadığımız şehirleri bizim için güzel kılan nedir? Muhakkak ki, sağladığı olanaklar ve doğal konumu çekicilik unsurudur. Ama şehirleri olumlu veya olumsuz biçimde değerlendirmemizdeki asıl faktör, yaşanmışlıklarıyla hayatımızda bıraktıkları izler yani bizdeki anılarıdır. Velhasıl insan-şehir-sanat bileşiminin özü, ‘yaşanmışlıklar’ oluyor.
Öte yandan şehirlerin, yaşanmışlıklarla kurgulara ilham kaynaklığı etmesi de sanata bir başka katkısı. Hele bir de şehrin anılarda kalan yapısal dokusu işin içine sokuldu mu, sanatın dibine vurmak daha da kolaylaşıyor. Nitekim tarihten gelen rengiyle erguvan olan İstanbul bu anlamda bulunmaz bir nimet. ‘Bu Şehir Arkandan Gelecek’ isimli ATV dizisine de malzeme yaratan İstanbul aşkların, hayal kırıklıklarının, duygusal hesaplaşmaların, özlemlerin ve hüzünlerin şehri olarak bir kez daha kurguların dünyasından gösteriyor yüzünü. Üstelik ekranın sevilen isimlerinden olan ve halen devam eden dizilerle zirvede yer alan ünlülerle.
Sözün kısası; Bugünkü yazımda Ferhan Özpetek imzası taşıyan ve ünlülerle parlayan ‘İstanbul Kırmızısı’ndan bahsetmek istiyorum. Zira Halit Ergenç, Tuba Büyüküstün, Nejat İşler, Mehmet Günsür gibi ekran performanslarıyla izleyicinin aklında yer eden isimlerin sanatsal yönlerinin sadece televizyon işleriyle sınırlı kalmadığını vurgulamak için sinemadaki eserlerini de ele alıp kıyaslayarak değerlendirmek gerek. Buyurunuz…
‘İSTANBUL KIRMIZISI’NIN OYUNCU RENGİ NASIL?
Sinematografik açıdan sıradan Türk filmlerinin dışına çıkıp görselliğinden çekimlerine, Ferzan Özpetek sinemasının tüm özelliklerini bünyesinde barındıran ‘İstanbul Kırmızısı’nın maviyle kırmızı arasında git gel yaşayıp finalde perdeyi kan kırmızıya boyayan akışında, oyuncuların rengi nasıl diye irdelemek için öncelikle dizi-film ikileminde yol almak lazım. Çünkü yapımda yer alan isimler uzun zamandır dizi oyuncusu kimliğiyle evlerimize misafir olmakta. Bu bağlamda, süren dizilerin oyuncuların diğer performanslarını şekillendirdiklerini söylesek yeridir.
Nitekim Halit Ergenç’in Orhan karakterini yorumlamasına baktığımızda ister istemez ‘Vatanım Sensin’deki Albay Cevdet geliyor aklımıza. Hoş Albay Cevdet’te de Kanuni’den izler yakalamak mümkün. Nasıl olmasın ki? Onca zaman aynı tipte yer alınca rol kaymaları kaçınılmazlaşıyor. Bunun ötesinde muhakkak ki, Halit Ergenç canlandırma gücü büyük isimlerimizden. ‘İstanbul Kırmızısı’nda da Orhan karakteriyle aradan sıyrılan, hani neredeyse yapımın bütününü sırtlayan bir konumda zaten. Dahası Orhan’ın şaşkınlığını, ürkekliğini ve duygusal belirsizliklerini çok güzel yansıtıyor. Öykünün bir yere varmayan akışını güçlendirmek istercesine, yarım kalmışlıklar üstüne kurulu bir oyunculuk sunarken filmin ve konuşmaların ağır temposuna uygun düştüğü kesin. Tüm bunlara karşın yine de ucundan kıyısından Albay Cevdet’in bakışlarını, tebessümünü, tonlamasını yakalayıveriyorsunuz Orhan’da. Bu ise karakteri özümsemenizi bir nebze engelliyor. Böylece karakterin canlandırma rengi flulaşmaya yüz tutarken, Halit Ergenç için ‘gri’de karar kılıyoruz.
Filmin tüm kahramanlarının buluştuğu nokta olan Deniz derseniz… Nejat İşler’i sadece başlangıç evresinde görme fırsatı yaratan gizemli bir karakter. Tam evi boşaltma anında evde misafir ağırlayan, annesinin tırnaklarını boyayan Deniz’i hissetmek ne yazık ki pek kolay olmuyor. Çünkü ‘Bodrum Masalı’ndaki Bora gibi yurt dışından ara sıra Türkiye’ye gelen ve aile kavramına yoğunlaşan bir karakter olsa dahi Deniz’in yapımda oldukça az ifade edilmesi hem birbirinden kopuk sahnelerin bütündeki yerini algılamayı zorlaştırıyor, hem de Deniz’in derdinin ne olduğunu hissetmemizi! Dolayısıyla Nejat İşler’in Bora’dan farklı bir imajla sunduğu Deniz karakterini ve İstanbul’un güzellikleri gibi hiç fark ettirmeden kaybolup gitmesini, bir anlamda Ferzan Özpetek’in yitip giden yıllara naziresi gibi değerlendirilebiliriz… Ki bu durumda da hüznün bileşeni gibi duran Deniz’in rengini, kırmızıyla mavinin karışımından çıkan ‘mor’ olarak görüyorum.
Tuba Büyüküstün’ün ‘İstanbul Kırmızısı’ndaki performans rengine gelince… Neval karakteri için İtalya’dan gelen özel kuaföre saçını teslim eden oyuncunun yapımdaki duruşu ‘Cesur ve Güzel’in Sühan’ından hiç farklı değil. Evet, bakışları parlak, görselliği güzel ama tüme hakim olan donukluk sayesinde seyirciye duygu aktarımı açısından bunların pek işe yaradığı söylenemez. Aslında Deniz’in yegâne dostu olarak sunulan Neval’in ‘İstanbul Kırmızısı’ndaki varlığında da, Deniz’in çocukluk arkadaşı ve bir gecelik birlikteliği olmasının dışında duygusal bir espri mevcut değil. Aşkı çağrıştırmasına karşılık hep kestirme konuşmalar, hep kaçamak sahneler… Bunlar koca bir boşluk yaratıyor. Hele Orhan’la buluşmasında bir aracın geçme süresinde nasıl ortadan kaybolduğunu anlamak imkânsız. Yani Neval, erişilmek istenen ama ulaşılamayan-korkulan duyguların temsilcisi konumunda bir bakıma. Dolayısıyla Tuba Büyüküstün’ün yapımdaki rengi de, soğukluğu ve erişilmezliğiyle denk düşen ‘mavi’ bana göre.
‘İstanbul Kırmızısı’nın duygularındaki gizli kahraman olarak gördüğüm Süreyya Hanım derseniz… Her ne kadar esere ismini veren ojenin kırmızısıyla bütünleşse de, Çiğdem Selışık Onat’ın alabildiğine doğal biçimde canlandırdığı karakterin rengi bu değil. Çünkü geçmişin özlemini bugünün güzellikleriyle bağdaştırmayı bilerek yaşayan Süreyya Hanım’ın varlığıyla öykünün akışına kattığı rahatlık ve sıcaklık, hem canlılığı hem de moral yükseltici umudu aşılıyor insana. Bu nedenle de ‘Çırak’ filmiyle Antalya ve Ankara’da En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazanan Çiğdem Selışık Onat’ın rengine ‘turuncu’ diyorum.
Ve öykünün ‘anne’ olgusundan sonraki temel taşı sayacağımız Yusuf… Bambaşka bir Mehmet Günsür performansıyla karşımıza gelen Yusuf, alev alev duyguların yanı sıra tedirginlikle rahatsız ediciliği buluşturan bir karakter konumunda. Deniz’e olan aşkı görselleştirilmese de gayet bariz biçimde ortaya konan bu karakterin öyküdeki yerini çözümlemeyi büyük ölçüde seyircisine bırakan yapımda kırmızı deri ceketiyle agresifliğin ve duygu karmaşasının tüm özelliklerini mükemmel biçimde sergileyen… Bunu yaparken, dizi rollerinden çağrışım uyandırmayarak başarısını perçinleyen Mehmet Günsür’ün rengi bundan dolayı ‘kırmızı’.
Kısacası; Yakıştırdığım renklerin hakkını veren bu isimlerden oluşan bir kombinasyon dizi sektöründe olsa iş yapar mıydı bilmem ama, dizilerdeki performanslarını çağrıştırsalar dahi, varlıkları ‘İstanbul Kırmızısı’nı ayakta tutmak için yetmiş de artmış bile.
İSTANBUL KIRMIZISI’NIN DERİNLİĞİ
Dünyanın en prestijli ödüllerinden biri olarak gördüğümüz Oscar’da yaşanan sunum skandalı ve akabinde ödülü ‘Moonligt’a kaptıran ‘La La Land’ filminin yönetmeninin sahnedeki kaba tavrı, hataların ve saygısızlığın evrensel boyutunu yansıtıp dünya genelinde insanlığın birtakım değerleri unutur hale geldiği gerçeğini ortaya koyarken beyazperdede yerini alan ‘İstanbul Kırmızısı’, değişimin insanlarla birlikte şehirleri de etkileyen boyutunu sunuyor bize.
Ferzan Özpetek’in annesine ithaf ettiği yapım, 13 Mayıs 2016’da geçen öyküsüyle günümüz İstanbul’unun Boğaziçi havasını teneffüs ettirerek yapıyor açılışını. Motorun yanaştığı kırmızı yalıda Londra’dan gelen Orhan’ın roman yazarı Deniz’i ziyaretiyle öyküsünü başlatan film aynı zamanda İstanbul’un anılarda kalan güzelliklerine değinip, insanından doğasına değişime uğrayan şehirle ilgili, ‘O eski halinden eser yok şimdi’ duygusallığına sokuyor seyircisini.
Romanıyla paralel gitmeyerek kendi yolunu çizen filmde eski resimlerle verilen mazinin güzelliklerini özümserken aynı zamanda ne denli büyük bir yozlaşmanın içine düşüldüğünü gözlemlemek de mümkün. Her ne kadar Nejat İşler’in canlandırdığı Deniz ‘Geçmişe kafayı takan bugünü ıskalar’ dese de, özellikle eskiyi bilen ve ailesinden gelen İstanbul anılarına sahip olanlar için, günümüzle geçmişin kıyaslamasını yapıp hayıflanmamak elde değil. Ben de basın gösteriminde izlediğim ‘İstanbul Kırmızısı’nın başlangıcını bu duygusal derinlikle karşıladım nitekim. Ferhan Özpetek’in paylaştığı siyah beyaz resimlere dalıp kendi annemi ve İstanbullu ailemin eskilerde kalan güzelliklerini ne denli özlediğimi hissettim. Hele Deniz’in çocukluğundaki köpeğine duyduğu özlemi ‘Her zaman Tommy’ diyerek tasvir etmesini, küçüklüğümde sahip olduğum kediyle özdeşleştirip bu özlemi ‘Her zaman Uğur’a çevirirken, değişimler sonucu kendi ülkesinde yabancı konumuna düşürülen eski İstanbulluların ruh hali iyiden iyiye sardı benliğimi. Velhasıl Halit Ergenç’in canlandırdığı editör Orhan’ın ‘Yazarlar kitaplarındaki karakterlerde biraz da kendilerini anlatırlar’ sözüyle paralel, seyircinin kendinden bir şeyler bulduğu, geçmişe dair duygularını kabartan bir başlangıç safhası vardı ‘İstanbul Kırmızısı’nda!
Kötü alışkanlıkları olmayanların güvenilmezliğine dair ilginç bir analizle ve ‘İstanbul bir sürtüktür, kimseyi geri çevirmez’ şeklinde şehre yakıştırılan entel yorumla Deniz’in çevresini tanıtma evresini sürdüren; adını, Deniz’in annesine sürdüğü kırmızı ojenin hatırasından alan yapımın bunun ötesindeki derinliğine gelince… Hayatını ‘blöf’ gören Deniz’in gizemli kayboluşundan gerilim hissini yakalamak veya Apik İşkembecisi’nden kâğıt toplayıcısının ölümüne bağlanan sahnede, hayata dair yegâne umudu ‘ekmek kapısı’ olan insan yaşamının ne denli ucuz olduğu gerçeğini hissetmek… Ya da kitaptaki en gizemli karakter olarak görülen Yusuf’tan dramatik aşkın tadını alabilmek ne derece mümkün? Keza, evliliğiyle geçmişi arasında takılıp giden Neval’in hallerinden romantizmi yeterince hissedebiliyor muyuz? Bu sorulara olumlu cevap vermek olası değil. Gerçi Ferzan Özpetek’in böyle bir derdi de hiç yok.
Kadınlarla kırmızıyı buluşturup yemek masasının etrafında toplanma rutinini gerçekleştirerek aile bireylerini sunan ‘İstanbul Kırmızısı’nın olayı sıradan bir öykü anlatmak değil zaten. Açık sözlülükle ifade edilemeyen Deniz-Yusuf ilişkisi… Deniz’in anılarını irdelerken kendi geçmişindeki acılarla yüzleşen Orhan’ın iç hesaplaşması… Ve anılarla birlikte terk edilip gidilen kırmızı yalının bir parçası gibi duran Serra Yılmaz’ın öne çıktığı aile bireylerinin havada kalan varlıklarından ibaret tüm olay. Buradan isteyen istediği çıkarımı yapabilir dercesine!
Diyeceğim o ki; Ünlülerle parlayan ‘İstanbul Kırmızısı’ birbirine paralel yol alıyormuş gibi görünen öykülerde, birbirinden ayrı düşen insanların yaşamlarından ucu açık-kafası karışık bir kesit. Ağır tempolu ilerleyen ve sürekli ‘Neden, niçin’ sorusunu akıllara düşürürken Deniz’le Orhan’ın aynı kişi olma ihtimalini de güçlendiren bu derin belirsizlikte en belirgin olan şeyse, oyuncuların varlığı.
Dolayısıyla Doğu’dan göç etmek zorunda kalanların sorunlarını, Cumartesi anneleri gibi bazı toplumsal olayları ve çehresi hızla değişen İstanbul’un kendisine yönelik mesajları aralara serpiştiren bu filmi izlerken belli bir senaryo mantığı aramaktan, olay çözümlemesine girişmekten ve karakter analizlerinden ziyade oyunculara odaklanmakta fayda var… Tabii öykünün merkezinde yer alan ‘anne’ kavramının hayatımızdaki yerine ve anıların güzelliğine yapılan güçlü vurguyu es geçmeden!
Tüm belirsizliklerine rağmen film bittikten sonra sahneleriyle aklımda kaldığına göre Ferzan Özpetek hedefine ulaşmış, ‘İstanbul Kırmızısı’nda başarıyı yakalamış diyerek koyalım noktayı.
Anibal GÜLEROĞLU