Filmleri kadar Londra Olimpiyatları’nın açılış törenindeki başarısıyla da öne çıkan Danny Boyle bir kez daha sahnede…
1996 yılında yönettiği ve gençleri uyuşturucuya özendirdiği gerekçesiyle hayli eleştirilen ‘Trainspotting’in 20. yılında devam filmiyle geri dönebileceğinin işaretini veren ve 2016’da vizyona girmesi planlanan filmin, Irvine Welsh’in ‘Trainspotting’in devamında yazdığı ‘Porno’ adlı kitabından uyarlanacağını SXSW Film Festivali’nde duyuran ünlü yönetmen Danny Boyle, hayranlarını hayal kırıklığına uğratmamak için bu projesinin üstünde titizlikle çalışırken, vizyona giren ‘Trans/Trance’ isimli filmiyle de farklı bir gerilim örneği sürüyor karşımıza.
‘Kabullenmeye hazır insanları kullanılacak objeler olarak görme’ mantığıyla yol alan ‘Trans’, ilk bakışta basit bir tablo hırsızlığı olarak görülebilecek bir konuya sahip olsa da, şaşırtmacalar üstüne kurduğu örgüsüyle bu önyargıyı kıran bir sürece sahip.
‘Eskiden herkes tablo çalabiliyordu ama artık o kadar kolay değil’ diyen müzayedeci Simon’ın anlatımıyla başlayan ‘Trans’, modern müzayede salonlarındaki güvenlik önlemlerinin sıralanmasının ardından, ‘hırsıza kilit dayanmaz’ düsturunu doğrularcasına yaşanan bir soyguna tanıklık ettirip çalınan Havadaki Cadılar tablosunun kaybolmasıyla tesadüfî bir biçimde gelişiyor.
‘Hiçbir sanat eseri, insan hayatından önemli değildir’ uyarısını akıllara yerleştiren yapım, olayı insan beynindeki hafıza noktasıyla oynama düzeyine çektikten sonra anımsananlarla, anımsanmak istenmeyenler arasındaki git-gele dönüşüyor. Türlü telkinlere karşın duyguların anıları açığa çıkartabileceğinin yansıtıldığı bu karmaşık sürecin baş özelliğiyse yaşananları, iyiyle kötüyü, masumla suçluyu sorgulatır mahiyette ortaya koyması.
Bir anlamda insan bilincinin ehil hipnozcular sayesinde istenilen biçimde yönlendirilebileceğini işleyen ‘Trans’, bu doğrultuda tedavi yolu olarak kullanılan hipnozun üstün yetenekli ve kötü amaçlı kişilerce en etkili silah olarak kullanılabileceğini de göstermekte.
Peki, senaryoya Danny Boyle ile birlikte imza atan John Hodge, insani kodlamalardan uzaklaştıkları ‘Trans’ta bu gerçeği göstermeye çalışırken ne derece başarılı?
Aslında filmin bu konuda özel bir gayreti yok.
Bir kadın, iki erkek bazına indirgendiği andan itibaren başlangıçtaki amacından uzaklaşıyormuş gibi görünen ve bir noktadan sonra duygusal bağın gerisinde kalan hipnoz olayı, ‘Trans’taki şaşırtmaca hedefli senaryonun kurbanı gibi dursa da bana göre aslında tam da amacına uygun bir biçimde ele alınmış.
Zira burada hedeflenen, doğrudan hipnozun üstüne gitmek değil; filmin içeriğinde vurgulandığı gibi hipnoza odaklanan insanları, amaca hizmet eden birer obje olarak kullanmak. Amaç ise şaşırtmacalı gibi gösterilen kurgunun basitliğini, düzlüğünü gizlemek.
Öte yandan gidişatın, bazı ayrıntılar hariç, bir noktadan sonra kolayca tahmin edilebilir olduğu gerçeğinde bunun da pek bir anlam ifade etmediğini söyleyelim.
Sonuçta; şaşırtmacalarıyla yeterince şaşırtmayı başaramayan ‘Trans’ın daha başından itibaren öne çıkan kurgu sürprizlerinin gelişiminin ‘kumar’ gibi bir zararlı alışkanlığa bağlanması… İlişkisini aşırı kıskançlıkla bozan ve hastalıklı tutkuya dönüştürüp zorbalaşan erkek modeli üstünden, yeri geldiğinde polisin bile duyarsız kaldığı‘kadına şiddet’ olayının hipnozla ilişkilendirilmesi gibi ayrıntılar tüm çabaya rağmen yeterli tatmini sağlayamıyor. Dahası, gizemin varlığına karşın heyecanın ve aksiyonun da doyurucu olduğu söylenemez.
Bunları bir köşeya koyup Danny Boyle ismiyle beklentiyi yüksek tutmayanlar içinse, planlı gelişmeyen ve kendince sürprizler barındıran bu hipnotik sanat soygunu öyküsü sıkılmadan izlenebilecek bir seyirlik!
Soundrtrack’indeki ‘Bring It To Me’ parçasıyla insanı transa sokmak istercesine farklı bir dünyaya çeken ‘Trans’tan çıkarken ‘Acaba biz de transa girdik mi’ diye düşünenler için önerimiz olamasa da, gördüklerini unutmayı tercih edenler finalde seçenek olarak sunulan butona basabilir.
Anibal GÜLEROĞLU