TRT1, ‘Diriliş Ertuğrul’ ile 2014 bitmeden tarihin ekran yüzünü güldüren bir yapıma imza atarken ‘Patron Mutlu Son İstiyor’ ile Türk Sineması’nın 100’üncü yılının açılışını yapan sinema perdeleri de tarihi yaşanmışlıklara dair yapımlarla dolmaya başladı. Son örnek Hz. Musa’nın Mısır prensliğinden peygambere dönüşümünü ve İbranileri Kenan’a götürme yolculuğunu, Christian Bale’in doğal canlandırması ve Ridley Scott’ın yönetmenlik yeteneğiyle birleştiren ‘Exodus: Tanrılar ve Krallar’…
Ancak Tevrat’tan alıntılarla gerçekleştirilen ve ABD’deki ilk gösteriminin ardından ‘ırkçılık’ eleştirilerine hedef olarak sosyal medyada sansasyon yaratan ‘Exodus: Tanrılar ve Krallar’ın kritiğine geçmeden 2014 içindeki ‘tarih-din’ tür özellikli yapımları kısaca anımsayalım…
2014 VİZYONU ‘TARİH’TE BEREKETLİYDİ
Hemen her yıl böylesi konularda filmler üretilir kuşkusuz. Ama bana göre içerik çeşitliliği bakımından 2014’ün bereketi biraz daha fazla oldu. Kimi ilahi aşka dairdi, kimi mitolojiye… Bazısı dini konuları işledi, bazısı da tarihin savaşçı yüzünü.
Önce ‘Yunus Emre Aşkın Sesi’ ile savaşın kol gezdiği Anadolu’nun derinliklerine dalıp ilahi aşkın tarihi öyküsünü izledik. Sonra ‘Herkül: Efsane Başlıyor’un mitolojik varlığında Yunan Tanrılarının dünyasındaki aşk ve savaş fantastikliğine uzandık.
Ardından ‘300 Spartalı’nın devamı olup Pers ordusunun güneye ilerleyişini anlatan ‘300: Bir İmparatorluğun Yükselişi’nde Yunan medeniyetinin geçmişine şahitlik ettik. Daha sonra İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin topladıkları pek çok sanat eserini yok etme tehlikesine işaret eden ‘Hazine Avcıları’ çıktı karşımıza. Ardından Kafka’yı gözyaşına boğan Heinrich von Kleist’in unutulmaz edebiyat klasiği ‘Michael Kohlhaas’ın 16. yüzyıldaki yaşanmışlığı ‘Adalet İçin’ ismiyle yer buldu vizyonumuzda.
Nisan ayı, beraberinde Darren Aronofsky’nin ‘Nuh Büyük Tufan’ını da getirdi. Russell Crowe ile Tanrı tarafından seçilmiş Hz. Nuh’un kutsal emre uyma sürecini farklı bir yorumla izledik. Idris Elba’nın canlandırmasındaki ‘Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol’, Güney Afrika demokrasisinin tarihine biyografik bir bakış olurken, özgürlüğün kolay elde edilemeyen sürecini aktardı bizlere.
Bu türlerde bir parça soluklanma sonrasında gelen, ‘Herkül: Özgürlük Savaşçısı’ bir kez daha mitolojinin dünyasının savaşçılığına götürdü bizi. Ancak bu kez bu meşhur klasik efsane çok daha gerçekçi bir anlatıma sahipti. Dürzî kökenli İsrailli yönetmen Adi Adwan’in yazıp yönettiği bol ödüllü ‘Arabani’ ise, Yahudi kadınla evlenen Joseph üstünden tarih boyu süren din ayrımcılığını ve çatışmacılığını yansıtmıştı beyazperdeye.
Eylül’de gelen ‘Monako Prensesi Grace’ her ne kadar Grace Kelly’nin Monaco Prensi III. Rainier ile olan ilişkisini ele alan biyografik bir dram olsa da, 1960’lı yılların başındaki vergi yasalarına ve Charles De Gaulle ile olan çatışmaya değindiğinden bir anlamda tarihi değer taşıyor kuşkusuz.
Aydın Orak’ın demokrasi sözcüsü olarak yola çıkan Musa Anter’i anlatan ‘Asasız Musa’ isimli yapımını nereye koyacağımı bilemediğim Ekim ayında, tarih kaynaklarından Kazıklı Voyvoda olarak bildiğimiz Vlad Tepeş’in Fatih Sultan Mehmet'le olan kanlı savaşını konu alan ‘Dracula: Başlangıç’ filmini, bir vampir işi şeklinde algılamak da haksızlık olur. Zira Osmanlı’nın Avrupa’daki yüzünü farklı bir algıyla ve bakış açısıyla sunarak tarihi ve vampirliğin kökenini yorumlamakta.
Öte yandan ‘Kurt Seyit ve Şura’ ile etkisiz bir biçimde ekrana taşınan savaş yıllarının Kırım yaşanmışlıklarının ardından Kuzey Kafkasya Türklerinin tablosunu, İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler’in Doğu Cephesi’ndeki hüzün ve aşkla buluşturan ‘Birleşen Gönüller’ de tarihi bir film olarak Ekim’de karşımıza çıkanlardan.
Ve Aralık… Yıl biterken bize bolluk getiren bu süreçte ilk karşılaştığımız film Fatih Akın’ın ‘The Cut/Kesik’ isimli yapımı oldu. 18 yaş sınırlamasıyla bir tür gizli sansüre uğradığı izlenimi uyandıran ve Venedik Film Festivali’ndeki prömiyerinin ardından yurt dışında da çok ses getiren film, hikâyesini 1915’te Osmanlı’nın Ermeni erkeklerini toplamasıyla başlatarak bizleri, Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki Ermeni tehcirinde yaşananlara ve ailesinden ayrı düşen bir babanın kızlarının izini sürüşüne tanıklık ettirdi.
2014’ü Russell Crowe’un Çanakkale Savaşı sonrasına değindiği ‘Son Umut/The Water Diviner’ filmiyle kapatacak olan Aralık ayının ikinci haftasıysa, ‘tarih’ adına tam bir şölen… Ken Loach imzalı ‘Özgürlük Dansı’, 1932 yılında İrlanda’nın siyasi yapısına, Katolik Kilisesi’nin yaklaşımına ve özgürce yaşama dair başarılı bir tarihi anlatım.
Kırım Tatar kültürünü, Kırım Türklerinin acılarını yansıtan Cengiz Dağcı’nın 1956’da yayınlanmış ilk romanı olan ‘Korkunç Yıllar’dan uyarlanan ‘Kırımlı’, tarihe savaş ve özgürlük üstünden bakanlardan. Rus Devrimi’nin özgürlük getireceğine inanan ancak yaşananlar karşısında hayal kırıklığına uğrayan Sadık Turan’ın, İkinci Dünya Savaşı esnasında Kızıl Ordu’da subayken Almanlara esir düşmesini ve Almanların Kırım’a özgürlük vaadine kanmayarak Tatarları Kırım’ın kurtuluşu için örgütlemeye başlamasını anlatmakta.
Bu listeyi noktalayacak son yapıma gelince… Firavun Ramses’ten kaçmak için, Hz. Musa’ya güvenen 600 bin kişinin engelleri aşarak, Tanrı’nın yardımıyla vaat edilmiş topraklara gitme çabalarını anlatan ‘Exodus: Tanrılar ve Krallar’… Ki, yazımızın ana konusu da bu!
TANRI BİR ÇOBAN DEĞİL, GENERAL İSTEDİ
Tarihe ve dini temalara yeni nesil yaklaşımlar getiren Hollywood, ‘Exodus: Tanrılar ve Krallar’ ile bu kez Hz. Musa’yı ve İbranilerin Mısır’dan göçünü sinemaya taşımakta. Zaten ‘Exodus’ de bilindiği üzere ‘‘Mısır’dan çıkış’’ demek! Peki, buradaki Tanrıların ve kralların varlığı nasıl bir tablo yaratıyor derseniz… Buyurun bakalım.
Aslında çok bilinen bir konu olarak özellik ve çekicilik taşımayan yapımın en büyük kozu, Ridley Scott’un ve Christian Bale, Sigourney Weaver, Aaron Paul gibi oyuncuların varlığı.
M.Ö. 1300’de Eski Mısır’a uzanıp 400 yıl boyunca kölelik eden İbranilerin inşaatlardaki acınası görüntülerini vererek başlangıcını yapan film, Mısır’ın heykellerinin, şehirlerinin ve şanlarının onların eseri olduğunu ima ediyor. Onların çektikleri tüm işkencelere karşın Tanrı’yı ve anavatanlarını unutmadıklarını dillendiriyor. Tanrı’nın da İbranileri unutmadığını söyleyerek Memfis’teki Firavun sarayındaki Hitit tehdidine karşı yürütülen hazırlıklara geçen akış, kandan gelen kehanetle liderlik haberciliği yapmanın ardından birbirlerinin kılıcını taşıyıp savaş alanında birbirlerini korumaya söz veren Ramses ile Musa’ya odaklanıyor.
1956 yapımı ‘10 Emir’ gibi izleyende etkileyici izler bırakmayan ve şimdiye dek karşımıza çıkan ilahi söylemden ziyade, güçlü efektlerle yaratılan modernleştirilmiş kehanet yorumlarının görselliğinde Tanrı’yı ve Hz. Musa’yı hissettirmeye yönelen yapımın dikkat çeken yönü, dini detayları ulvileştirerek aktarmak gibi bir hedefinin olmaması!
400 yıl sonra sabırsızlanan Tanrı’nın ‘Bir çoban değil general istiyorum’ söylemiyle motive ettiği Musa’nın, masumiyet yerine savaş talimi ve ordu taktikleriyle İbranileri yönlendirmesini izleten film, sanki gençlerin anlayacağı dilden konuşmaya kilitlenmiş gibi.
Bu meyanda içeriğin söyleminin seyircide iki yönlü bir etki yaratma durumu ortaya çıkıyor… Kimileri, Mısır’ın inşasındaki İbranileri yücelten söylemlere takılıp Mısırlıların tıbbi ve mimari yönlerini ti’ye alan içeriği net bir Yahudi propagandası olarak algılayabilir.
Öte yandan; misal Nil’in suyunun kan rengine dönüşmesini devasa timsahların saldırısına bağlayan, kurbağa akınını doğanın kirlenmesiyle izah eden, kısacası Tanrı’nın yolladığı varsayılan tüm felaketlere zincirleme gelişen bilimsel izahlar getirme özelliğinden ötürü, kimileri de tam tersi bir yorumla küçümsendiği yönünde kanıya kapılabilir.
Tüm bunlara karşın, 10 Emir konusunda da adeta Tanrı’yla pazarlığa giren bir dik başlılık sergileyerek peygamberlik vasıflarından soyutlanan Hz. Musa figürü resmedip tepkisellik doğuran yeni versiyon anlatımın siyasi açıdan çarpıcı mesajlarla dolu oluşu da bir gerçek.
Vali’nin keyfi yerinde olmalı ki morali yüksek olsun, diyen yönetici sayesinde iktidarda olanların usulsüz harcama yapma formülünü M.Ö.’ye götüren içerikte, İbranileri ‘düzenbaz’ ve ‘kavgacı’ olarak tanımlayan Mısırlıların, onları ‘Tanrıyla güreşen insanlar’ şeklinde görüp çoğalmalarını tehdit sayması geçmişten günümüze uzanan mesajcılıklardan biri...
‘Gerçekçi olmayan inançlar yobazlığı doğurur’ diyerek bu olumsuzluğu yayanlar noktasında yaşlıları işaret eden yapımda, ‘Güç peşinde koşanlar o gücü elde etmeyi iyi bilir ama onu kullanamaz’ saptaması günümüz dünyası için oldukça önemli.
Ramses’i ve dolayısıyla Mısırlıları oldukça zavallılaştıran filmdeki en güncel mesaj ise Hz. Musa’nın gelecekle ilgili yorumunda gizli… Yurtları olarak gördükleri Kenan’a gittiklerinde nasıl karşılanacakları ve ilerleyen zamanda kendi içlerinde ne gibi çekişmeler yaşayacakları konusunda kaygı taşıyan Hz. Musa, oranın mevcut halkı karşısında ‘İşgalci olur muyuz’ diye geleceği sorgularken İsrail’in bugünkü Filistin sorununa dikkat çekiyor adeta!
Son tahlilde; ‘Benim’ diyerek kendini belli eden Tanrı’yı hınzırca bir biçimde vücuda getirip ezber bozan… Bildik bir öykünün modernleştirilmiş senaryosuyla, görselliğine karşı zayıf kalan… Kızıldeniz yolunda dağ uçtuğu halde onca Mısırlı askerin ve savaş arabasının nasıl kumsala yığıldığı noktasında mantıkları zorlayan… Onca felakete ve hayvanların telef olmasına karşın kanlarını sürmek için kesilecek kuzuların nereden bulunduğu hususunda akılları kurcalayan… Ve nihayetinde mesajcılığa soyunurken, ruhani açıdan seyirciyi kesinlikle etkileyemeyen ‘Exodus: Tanrılar ve Krallar’, medya devi Rupert Murdock’ın da ırkçılık tepkilerine karşı "Ne zamandan beridir Mısırlılar beyaz değil?' şeklindeki mesajıyla destek verdiği Hollywood usulü bir yenilikçilik gayreti. Kıyaslamak adına görmek gerekir.
Anibal GÜLEROĞLU