‘Nuh Tufanı’ efsanesinin bir kez daha sinemaya aktarıldığı günümüzde, Oscar ödüllü oyuncu Russell Crowe tarafından canlandırılan ‘Noah’, Katar, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde İslam’a aykırılık içerdiği gerekçesiyle sansür fırtınasına yakalanmışken, içeriğiyle yarattığı sansasyonu katmerleyip Vatikan’ın da tepkisini çeken bir yapım oldu.
Sıkça geldiği ülkemizi pek seven ve Cem Yılmaz’ın ‘Yahşi Batı’sına çok güldüğünü söyleyerek bizimle adeta kanka moduna giren Russell Crowe tarafından alışılmışın dışında bir kimlikle huzura getirilen ‘Noah’ın irdelemesine geçmeden önce kısaca hepimiz tarafından bilinen ayrıntılara göz atmakta fayda var.
Her şeyden önce nasıl ki din ve bilim, insan yaşamını yönlendiren başlıca öğretilerse bu evrensel gerçeğe karşın bir diğer gerçek, onların da cevapsız kaldığı pek çok ayrıntının mevcudiyeti. Nitekim Nuh’un hikâyesi de, çocukluğumdan bu yana ilgimi çeken ve tıpkı Âdem ile Havva’daki gibi, belirsizlikleriyle kafamda soru işaretleri yaratan bir konu olmuştur. Lakin bu tür bilinmezlikler, ne kadar sorgulanırsa sorgulansın cevap bulunamayacağı gerçeğinin yarattığı boşlukları ve sonuçsuz tartışmaları da beraberinde getirdiğinden, burada üstünde durmayacağım.
Dolayısıyla bu mantıklı izah arayışlarını bir kenara bırakıp İbrahimi dinlerde kendisinden ‘Tufan Peygamberi’ şeklinde bahsedilen ve insanlığın ikinci babası olarak görülen Nuh’un ilgi odağına dönüşme öyküsüne gelelim…
NUH’UN CEZBEDEN HİKÂYESİ
En basit ifadeyle; Tevrat'ın Tekvin (Yaratılış) bölümünde anlatılan, dünyayı kötülüklerden arındırmak isteyen Tanrı’nın insan ve diğer canlı ırklarının devam etmesi için büyük tufandan önce Nuh’a yapmasını emrettiği gemiyle gelişen efsanevi bir öğreti şeklinde tanımlayabiliriz.
Peki, bu öğretiyi din kitaplarının dışına taşıran gelişim nasıl olmuş?
1948 yılında, Ararat yani Ağrı’nın buzları altında Nuh’un Gemisi’ni gördüğünü söyleyen bir Hıristiyan’ın ateşlediği merak fitili, bir yandan bu konunun 1950’li yılların başından bu yana pek çok kitap ve filme malzeme edilmesine, bir yandan da geminin aranma girişimlerine yoğunlaşmaya yol açmış.
İlk kez 1928’de beyazperdeyle tanışan ‘Nuh’un Gemisi’, Brodway’den Disney yapımlarına farklı yorumlarla defalarca ele alınırken, gerçeği bulma çabaları da bilimsel anlamda özellikle Türkiye topraklarında kendini göstermiş.
80’li yıllarda astronot James Irwin ve arkadaşlarının kalıntıları bulmak için Ararat’a tırmanışları sonuçsuz kalsa da bu alandaki çabalar, Nuh’un Gemisi’nin bugünkü adıyla Cudi Dağı’nda olduğu görüşüne yöneltmiş araştırmacıları.
Geminin eldeki verilere göre kesinlikle Cudi’de olduğunu söyleyen ve yurdumuza beşinci kez gelen ‘Nuh'un Gemisi: Gemi'nin Son Rıhtımı’ kitabının yazarı, Amerikalı araştırmacı Bill Crouse, 2013’te Şırnak Üniversitesi öncülüğünde Şehr-i Nuh Oteli’nde düzenlenen ‘Uluslararası Hz. Nuh ve Cudi Dağı Sempozyumu’na katılıp görüşlerini savunmuş.
Öte yandan araştırmacılar kadar filmcilerin de ilgisini çeken bu konuyu işleyen 1999 ABD-Almanya yapımı, John Irwin imzalı ‘Noah Ark/Nuh’un Gemisi’ filmi, hemen hemen üç saatlik içeriğiyle bu konuda güzel bir örnek olarak sinema tarihine belgesel bir yapıt kazandırmış.
Günümüze geldiğimizdeyse ‘Noah Ark’ favorim olsa bile, sinema ve din çevrelerinde hayli ses getirerek beyazperdede yerini alan ‘Noah/Nuh: Büyük Tufan’ da farklı yorumuyla dikkate değer bir çalışma durumunda! Zira yorumu oldukça farklı ve düşündürücü mesajlarla dolu.
ARONOFSKY’NİN ‘NUH’ DİLİ KAOS DOLU
‘Pi’ filminde matematik ve Yahudi mistizmi arasında bağlar kurarak radikal Musevilerin tepkisini çeken Daren Aronofsky, bu kez de Müslümanların ve kısmen Hıristiyanların oklarına hedef olmayı göze alarak kendi bakış açısından bir Nuh tablosuyla çıkıyor karşımıza.
Yapımcıları arasında İsrail casusu olduğunu CNN’e övgüyle söyleyen Arnon Milchan’ın da bulunduğu ‘Nuh: Büyük Tufan’, insanlığın on nesil sonrasında geldiği kötü durumun sebep olduğu Tufan’ı, rahatsız edici bir kaosla ve Tanrı’nın varlığını antik yansımalarla hissettiren bir anlatım diline sahip.
Nuh’un Gemisi’nin bugüne dek hep Türkiye ve Ermenistan dağlarında aranmış olmasına karşın, çekim için İzlanda’nın doğasını seçen Aronofsky’nin ‘İnananlar ve inanmayanlar için eşit derecede uygun’ şeklinde tanımladığı filmi, modern yaratıcılıkla harmanlanmış klasik ve destansı bir özellik taşımakla beraber, benzerlerinin aksine inanılanlar konusunda fikir karmaşası da yaratmakta.
‘Başlangıçta hiçbir şey yoktu. İstek uyandıran şey günaha sürükledi’ diyerek Yaratılış’ı ve Cennet’ten kovuluşu öyküleştiren açılışta, Kabil’in Habil’i öldürüp doğuya kaçışı ve sonrasında kurduğu endüstriyel medeniyetin yozlaşmasını resmeden film, Yaradılış’ı koruyan Şit’in soyundan Nuh’a uzanmakta…
İnsansız bir dünyanın çok daha iyi olabileceği mesajını, Tufan süresince işleyen yönetmen Aronofsky, kutsal kitaplarda yer almadığı halde sırf sinemasal açıdan bir görsellik ve aksiyon yaratmak adına, ‘Nuh’un Gemisi’nin inşa sürecini de, Tanrı tarafından kötülerle işbirliği yaptıkları için taşlaştırılmış Gözcüler başta olmak üzere çeşitli mucizevî yansıtmalarla ele almakta.
Tüm bunlar ise ‘Noah’ın dini kimliğini sıradanlaştırarak, efsanevi ve kutsal öykünün etkisini hafifleten unsurlar olarak yapımdan beklentileri aşağıya çekmekte.
VEGAN NOAH, SORUNLU BİR AİLE BABASI
İnsanların sırf kendilerini güçlendirdiğine inandıkları için hayvanları öldürüp etlerini yedikleri söylemini sıkça vurgulamayı misyon edinmiş gibi görünen yönetme-senarist Daren Aronofsky’nin yorumlarıyla içselleştirdiği yapım yepyeni bir Nuh tipi çıkartıyor karşımıza. Nuh ve Ailesi vasıtasıyla empoze ettiği ‘Vegan’ beslenme kültürünü, kötüler tarafından avlanmış bir antik yaratığı törenle yakıp ondan ışık yükselterek adeta uhrevileştiren yönetmen sanki insanlığa, sadece bitki ve meyvelerle beslenin der gibi.
Hayvanın ruhunu göğe yükselen bir ışık biçiminde göstererek, dinlerin benimsediği ‘Hayvanlar biz yiyelim diye yaratılmıştır. Cennet-cehennem onlar için değildir’ felsefesini de yıkan Aronofsky, yaptığı Nuh yorumundaki Tanrı’nın yarattıklarını çoluk çocuk, masum ayırımı yapmadan yok etmek istemesi sunumunda, ‘Yaradan acımasız mı’ şeklinde sorgulatan bir üslup kullanmakta…
Yok edicilik girişiminin Kabil soyundan gelenlere karşı ayırımsız yönelik olması, böyle bir görevin neden Nuh’a verildiğinin analizi ve Tanrı’nın yok saydığı masumiyeti Nuh’un merhametiyle açığa çıkartması gibi karmaşık çözümlemelerin yanı sıra Şit kabilesinden sadece Nuh Ailesini ve Anthony Hopkins tarafından canlandırılan Büyükbaba Metuşelah’ı huzura getiren yapım, bu dar çerçeveli sunumda ‘Şit kabilesinin gerisi nerede’ diye düşündürmekte.
Silahların yaratıcısı olup kötülüğü yayan Kabil soyundan Tuval Kabin karakteri aracılığıyla doğru ile yanlışı masaya yatıran yönetmen, bu yaklaşımıyla kişilik çelişkisi de yaratmış.
‘Tanrı bizi emek sarf ederek yaşamaya ittiği için bu uğurda yapılan her şey mubah’ mantığı doğrultusunda hayatta kalmak için savaşan Tuval Kabin mi kötü yoksa masuma karşı dahi acımasızca sırt çeviren Nuh mu? Daha derine inersek, sadece Nuh’un Gemisi’ndekileri hayatta bırakan Yaradan’ın insanlar ve hayvanlar arasında ayrım yapıp tercihini hayvanlardan yana kullanması ne derece kabul edilebilir?
Burada akla takılan bir diğer soru da yalnızlığı kabullenemeyen Hem’in, sırf olanı biteni ve babasının kararlarını sorguladığı için isyankâr ve kötü şeklinde sunulması. Film bu noktada karşıt fikir bir söyleme yer verse bile, Hem karakterinin özünden yola çıkıp ‘Büyüklerini ve emirleri sorgulama’ söylemini dikte etmekte.
‘Harry Potter’ serisinde Hermione Granger’ı canlandıran Emma Watson’ın üstlendiği İla karakterinin ortam dengeleyici olarak yer aldığı ‘Noah’ta, kadın varlığına yönelik söylem ise apayrı bir yere sahip… Kadın türünün insan neslinin yeniden çoğalmasını sağlayıp yeryüzünde kötülüğü yayacak bir obje olarak görülmesini ‘yok edilmesi gereken kız çocuk’ olgusuyla işleyen yönetmen, dişiliği, baba-oğul arasındaki düşmanlığı tetikleyip aile birliğini bozan ve Tanrı buyruğunu zedeleyen bir deformasyon olarak hissettirmekte.
Rüya projesi şeklinde tanımlanan ‘The Water Diviner’ için ülkemizi seçen Russell Crowe tarafından başarıyla canlandırılan ‘Noah’ karakterine gelince…
Öğretiler çerçevesinde yüreğini duygulara kapatmayı bilen ve verilen görevi ailesini yok etme pahasına uygulama sorumluluğu taşıyan katı biri olarak çıkartılıyor karşımıza… Öyle ki, kalbindeki duygularla aklındaki Yaradan’ın buyruğunun çatışması, onu sorunlarla boğuşmaktan tükenen ve sonunda ipin ucunu bırakarak düşkünleşen bir aile babası konumuna sokuyor. Bu sunum da bana göre kutsal kitaplarda yüceltilen Nuh kavramıyla ters!
Sonuçta; filmlerinde insan doğasını farklı yansıtmalarla etkilemeyi hedefleyen ve bu nedenle kurgusunu karakterlerin iç dünyalarındaki çatışmalar üzerine oturtan yönetmen Daren Aronofsky, ‘Nuh: Büyük Tufan’da da kendiyle çelişmeyip alışılageldiği üzere, büyük ve efsanevi bir hikâyeyi görsel yeteneklerin gücüyle donatıp duygusal kaos yoğunluklu bir çalışma çıkartıyor karşımıza.
Yaşandığı varsayılanların yenilikçi ve yönlendirici bir bakış açısıyla sunulduğu ‘Noah’ ile yetinmeyenler, aradıklarını, kopartılan fırtınaya rağmen henüz ortalıkta görünmeyen ABD'li seksi oyuncu Donna D'Errico tarafından çekilen ‘Nuh’un Gemisi Belgeseli’nde bulabilir. Ya da daha klasik arayıştakiler 1999 yapımı ‘Nuh’un Gemisi’ni izleyerek Aronofsky stili ‘Noah’ ile karşılaştırabilirler. Tercih her zaman olduğu gibi seyircinin.
Anibal GÜLEROĞLU