İyi bir durumun gelişmesi halinde karşı tarafın söylediği en klişe sözlerden biridir, ‘Darısı başımıza’… Günlük yaşamdan şarkılara, sıkça yer bulan bu söz şimdilerde yaz dizisi olarak ekranlarımızda boy gösterdi. Ancak ne yazık ki uzun soluklu olacak güçte değildi ve beşinci bölümle final yapma kararı geliverdi.
Hiç kuşkusuz ilk bölümden itibaren izlediğim ve ‘Acaba bu iş nereye varacak’ diye birkaç bölüm beklemeyi tercih ettiğim yapımda Ozan Dolunay, Elif Doğan, Devrim Yakut, Açelya Topaloğlu, Özgür Karaman, Nergis Kumbasar, İbrahim Kendirci, Sevinç Erbulak ‘Darısı Başımıza’ dedirtmek için canla başla kolları sıvamışlardı. Yaz konseptine ters düşmeyecek türden bir şeyler sunmak için emeklerini ortaya koymuşlardı. Ama olmadı, olamadı.
Öncelikle belirtmek isterim ki, emeğe saygımız sonsuz. Lakin Show ekranından yansıyan bu tabloda beğeniyle karşılanıp ‘Darısı Başımıza’ dedirtecek özellikler tam anlamıyla mevcut muydu, diye izleyici namına sorgulamak da boynumuzun borcu.
Doğruyu söylemek gerekirse bu noktada gönül rahatlığıyla ‘Evet’ cevabını vermek hiç kolay değildi. Zira açılışını ilgi çekici biçimde yapıp devamını aynı tatta getiremeyen dizi, içeriği başta olmak üzere bir takım sıkıntılarla yol almaktaydı… Ki, en basit ifadeyle, bu olumsuzluk da reytingler üstünden kendini gösterip hızlı sonu hazırladı. Peki, ‘Darısı Başımıza’ demenin güçlüğü nereden kaynaklanmıştı? Gelin dizinin aksaklıklarına bir göz atalım kısaca…
‘DARISI BAŞIMA’ OLAYINDAKİ AKSAKLIKLAR
Yayınlandığı günün birincisi olmakla birlikte reyting oranı bakımından vasat seviyede kalan ‘Darısı Başımıza’, rakipsiz ortamın nimetlerinden yeterince faydalanamayan işlerden oldu. Bunun sorumlusu da ne izleyiciydi, ne de kanal. Doğrudan kendi kendine etti.
Hatırlanacağı üzere dizi henüz ekrana çıkmadan genel tanıtım üstünden bir değerlendirmede bulunmuştum. ‘Darısı Başımıza’ sözünü dizi adı olarak seçmenin içerikle ne gibi bir bağlantısı olduğunu baştan itibaren çözemesem de, yapım henüz ekranda yer bulmadan yaptığım yorumda kadronun renkliliğinden ve içeriğin curcunalı yönünden bahsedip klişelere rağmen olumlu beklentilerimi dile getirmiştim.
Lakin işin aslı ortaya çıkınca durum değişti. Tanıtımların yanıltıcılığı bir kez daha gösterdi kendini. Neden derseniz? Benzer yapımların vazgeçilmezi olan klişeleri bir yana bırakıp diziyi irdelediğimizde, karakterlerin çeşnisine ve içeriğin bol curcunasına karşın dişe dokunur bir öykü mantığına sahip olamayış gerçeği çıkıyor karşımıza!
Şöyle ki; Beklenilenin aksine ‘düşük reyting’ problemi yaşayan dizinin senaryosu başlangıcından bu yana aynı kısırdöngüde ilerleme mücadelesi vermekte. Evliliği düşündüğü adam tarafından aldatılma hüznünü yaşayan kızı, intihar edecekmişçesine bir havaya sokarak Öykü-Ozan karşılaşmasını yaratıp ilk bölümünde bir nebze orijinallik sergileyen ve karakter tanıtımlarını dozunda yaparak izleyiciyi olayın içine sokan yapımın gidişatı maalesef bu noktadan sonra havlu attı adeta.
Çünkü sırf bir kadına konuşma hakkı tanımadı diye yapımcısına kafa tutan oyuncu modeli sunarak ve ünlü yapım şirketlerinin başkalarının hikâyelerinden dizi-film üretme arakçılığına değinerek mesajcılığa niyetlenen senaryo, işin aşk yönünde çatışmacılık yaratmada sınıfta kaldı. Çünkü bunun için iki kardeşin aynı kadına tutulma klişesinden medet umma hatasına düştü. Gerçi buradaki kardeşlikte herhangi bir kan bağı yoktu ama yine de sözel olarak sürekli ve gereksiz biçimde kardeşlik vurgusu yapılmaktaydı. Bu yapılandırma mantığı da ‘konu kıtlığı’ gerçeğinin en bariz göstergesi olarak sırıtmaya başladı ilk etaptan.
Konu kıtlığında bir diğer evre, Zerrin’in babasının defteriydi… Canan tarafından ele geçirilen defter muhabbeti yegâne konuya dönüştürülmüştü adeta. Üstelik buradan açılan muhabbetlerin içi de hayli boştu. Nasıl ki, Madonna şalından yaratılmaya çalışılan şamatalı komedi kafasında da aynı yersizlik ve saçmalık hâkimdi. İlaveten Ozan-Özlem çatışmasındaki, ‘servet avcısı kadın’ suçlamasına dayanarak aceleye getirilmiş evlilik kararı ve kavgacılık geliştirmenin fazlaca kolaya kaçılmış, ciddiyetsiz bir formül olduğu aşikârdı. Velhasıl dizinin içeriği izleyici adaptasyonunu sağlayabilecek dilden ve doğallıktan ziyade basit klişelerden medet uman, inandırıcılıktan uzak bir havaya sahipti.
Bunun ötesinde geçmişlerinden ötürü her biri kendi içinde derinliğe sahip olabilecekken sunum hataları sayesinde basite indirgenen karakterler de ‘Darısı Başımıza’ dedirtmeyen unsurlardan oldu…
Onca yer varken yüzüğünü atmak için otel tepesi seçip şifreli asansöre binmek için kurnazlık yaparak yürekleri ağza getirme rolü kesen Öykü’nün şıpın işi Ozan’a abayı yakması karakteri basitleştirdi. Bu da yetmezmiş gibi kendisini aldatmadığına hemen ikna olduğu Cem’le ayaküstü evlilik kararı alması, dizideki aşk olayına ne denli yüzeysel bakıldığının işareti olmanın ötesinde, Öykü’yü ayran gönüllü bir karakter durumuna düşürüverdi. Keza Cem’in bir yandan Öykü’nün peşinden koşturması bir yandan da ayağı sözde sakatlanmışken bile aldatma modunu sürdürmesi de bir başka zafiyet haliydi. Zira maddi çıkar gibi bir kaygı da gütmeyen Cem’in Öykü ısrarcılığına anlamak ve çapkınlık merakıyla bağdaştırmak zordu.
Öte yandan yan karakterlerinin, zoraki komedi curcunası üretmenin dışında, anlamsız kaldığı dizideki Rüya kanadı da kendini sorgulatır haldeydi. Çocukluk arkadaşı Merter’le hafiyeliğe soyunan Rüya dizinin en göz dolduran karakteri konumundaydı. Ama eski bir ünlüye duyduğu aşktaki yıllara meydan okuyan ısrarcılığı hayli abes kaçmıştı. Hele de duvarlarını resimlerle süslemesi, geçmişteki acıyı bastırmak adına dahi olsa, yaşıyla denk düşmeyen bir durumdu. Karakterin gereğinden fazla şamata yapması da cabası.
SONUÇTA; Yeni moda olan yabancı kahve kültürüne özenme taşlamasından, film şirketi klişesinden, aynı kıza abayı yakan zıt kardeşler çatışmasından eksik kalmayarak yaz ekranında varlık göstermeye niyetlenen ‘Darısı Başımıza’, umut vererek işe koyulan ama kısa sürede temel hikâyesindeki kofluğu açık ederek köşeye sıkışan işlerden olduğu için ‘Darısı Başımıza’ dedirtemedi izleyiciye.
Muhakkak ki bu başarısızlıkta ekran başındakilerin benzer işlere doygunluğunun da etkisi büyüktü. Hal böyleyken rakipsizliğe rağmen reytingler olması gerekenin altında kaldı. ‘Nefes Nefese’nin devreye girmesi halinde mevcut konumun korunamayacağı da hesaba katılınca, kaçınılmaz oldu final kararı.
Ne diyelim… Nasihatin ve örneklerin kâr etmediği yerde hüsranların devamı gelir her daim!
Anibal GÜLEROĞLU