Folklor ve edebiyat ürünleri, her ne kadar bir dönem göz ardı edilmiş olsalar da geçmişin cazibesinin yükselişe geçtiği günümüzde sinema başta olmak üzere televizyon, tiyatro ve benzeri dallar için verimli bir ilham kaynağına dönüşmüş durumdalar.
Modern dünyanın yorucu temposunda işlenen kalıplaşmış konuları izlemekten usananlara alternatif seçenek olarak görülen bu türdeki içeriklerin dönemin tarihi olaylarıyla zenginleştirilmeye müsait oluşu da, halk edebiyatında yer alan konulara ilgiyi katmerlemekte.
Elçin Efendiyev’in aynı adlı romanından uyarlanan ve merakla beklediğim ‘Mahmut ile Meyrem’ filmi de bu doğrultuda geliştirilen bir çalışma. Ancak basın gösteriminde izlediğim yapımda hayal kırıklığı yaşadığımı söylemek isterim. Çünkü, Azerbaycan tarihinin en parlak devri olan 16. Yüzyıldaki Safeviler döneminde geçen ve salt bir aşk öyküsü olmayıp iktidar hırsıyla kan gölüne çevrilen hanlıktaki trajediyi şiirsel dille anlatan, orijinaline kıyasla oldukça kısır bir bakış açısına sahip!
***
Elçin Efendiyev’in kitabı, Gence’de yaşayan Azeri delikanlı Mahmut ile Ermeni kızı Meryem’in aşkı, o dönemin çalkantıları ve çatışmalarıyla harmanlanıp Erzurum’a doğru yönelirken, okuruna da Mahmut’un gözünden Çaldıran Savaşı’nın yıkıcılığını gözlemletmeyi amaçlar. Bu gözlemlerde kaçakların, eşkıyaların ve savaşın acı varlığıyla uğruna yollara düşülen aşkın masumiyeti iç içe geçmiştir.
Gence Hanı Ziyad’ın dokuz yıllık bekleyişinin ardından, Kurt ve Dilsiz’in kehanetiyle, kavuştuğu büyünün oğlu Mahmut ile karısını doğumda kaybeden keşişin kızı Meryem arasındaki masum aşkı, farklılaştırmalarla sergileyen ‘Mahmut ile Meyrem’ filmi ise bu zengin folklorik içeriği sadece Müslüman oğlan-Hıristiyan kız aşkının imkânsızlığı üstüne oturtmayı seçmiş.
Orijinalinde Ermeni kızı olan Meryem’i Alman Kilisesi mensubu gibi göstererek karakter saptırması yaratan filmde, savaş ve eşkıyalık olgularının acı gerçeği büyücü kavimlerin fantastik varlığıyla sulandırılmış.
Ziyad Han tarafından yenilgiye uğratılıp gizli yaşamak durumunda bırakılan büyücülerin varlığıyla ‘Merlin’ dizisindeki atmosferi hatırlatan yapım, içerik açısından kitapla kıyaslandığında filmdeki Mahmut’un ‘Dünyanın düzeni bu. Birileri yapıyor, birileri bozuyor’ yorumuyla doğru orantılı nitelikte. Öyle ki; aşkı, cennet benzeri doğa görünümleri ve ak keçinin saflığında yüceltmeye soyunan yapım yarattığı bu görsel ışıltıyı, bir garip din tasviri ve fantastik büyü sahnelerinin ısrarcılığıyla karartmakta.
***
Farklı dinden iki insanın aşkının, içine kuru talaş atılmış ateşin yaratacağı ortama benzetildiği yapımda, dizi formatındaki oyunculukla sergilenen aşkı öteleyerek öne çıkartılan unsur, birlikte yaşam için ilk kural olarak gösterilen ‘din birliği’!
Bölgede yaşanan savaş karmaşasını aşkla buluşturarak insanların önündeki maddi-manevi engellerin yersizliğini anlatmaya çalışan kitaptaki gibi, karakterlerini ayrıntılarıyla irdelemek ve içe dönük monologlardaki şiirselliği özenle yansıtmak yerine, kendi yolunu çizen ‘Mahmut ile Meyrem’de abartılı canlandırma telaşından dolayı Hıristiyanlığın anlamsızlaştırıldığı ve bir tür büyüyle özdeşleştirildiği karelerin mevcudiyeti dikkat çekici.
Kilisenin cennet bahçesi olmaktan viraneye dönüşümünü ve adeta korku filmlerindeki mekânları andıran bir görünüme bürünüşünü ‘her gün dua etmeye’ bağlayan Papaz’ın, sözüm ona din bağnazlığını iğneleyen anlamsız sözleriyle ortaya çıkan büyücülük özdeşleştirmesi, bir başka Papaz eliyle verilen büyülü su ve güvercinin kiliseye bıraktığı büyülü gelinlikle doruğa ulaşmakta.
Azerbaycan ve Türkiye Kültür Bakanlıkları’nın destekleriyle çekilen ilk ortak yapımdaki bir diğer ayrıntı da, Kaşgarlı Mahmut’un Türk isminin Allah tarafından bahşedildiğini söylediğini belirtip tüm Türkleri bir araya toplamaya soyunan Süleyman Paşa’ya karşı ‘Tüm insanlığın birleşmesi’nden bahseden Tusi’nin felsefesinin dile getirilmesi!
***
Herkesin dilediği açıdan algılayabilmesine müsait olan uyarlamada, kurgunun ne derece profesyonel olduğu da tartışmaya açık. Kopuk sahnelerle akış bütünlüğünün sağlanamadığı yapımda ne bölgede yaşanan savaş gerginliği, ne Brütüsvari bir sahne yaşatan Bayındır’ın yarattığı kıyım ortamı, ne de efsanevi bir aşkın yakıcı gücü hissedilememekte.
Masumiyeti abartarak, her şartta güleç bir yüze bağlayan Eva Dedova ile sanki rolünü zoraki üstlenmiş gibi bir havada karşımıza çıkan Aras Bulut İynemli’nin canlandırmaları da, oynadıkları karakterlere inanmadıklarını yansıtır nitelikte.
Kaderleri doğdukları gece bağlanan ‘Mahmut ile Meyrem’in karaçalısı olarak kız babasını canlandırmak, ‘Hanımın Çiftliği’nden ‘İffet’e dizilerin kötü babası olan, Mehmet Çevik’e düşmüş. İyi ki de, diyorum çünkü Kısır Kadın karakterindeki Tomris İncer dışında, yapımda rolünün hakkını veren yegâne isim.
Başsağlığı dilerken bile gülen gözlerle bakan Polat Bilgin’in canlandırdığı Sofu ve amacını bir türlü çözemediğim Kristina Kropela’nın canlandırdığı Ceylan karakterleriyle gülmece duygusunu tatmin eden ‘Mahmut ile Meyrem’de bir bekâret kemeri sahnesi var ki evlere şenlik! Zaten garibim Mahmut da, anlam veremediğinden olsa gerek, bu sahnede mel mel bakıyor.
Ormanların, dağların, bayırların ötesinde elle tutulacak bir özellik taşımayarak Elçin Efendiyev’in kitabındaki kaliteden fersah fersah ayrı düşen ‘Mahmut ile Meyrem’in, savaşların ne olduğunu sorgulayan kitapların dünyasında yaşamayı ‘Bir yumurtanın içinde yaşamaya’ benzetip ‘Sevda, sırtı pek karnı tok olanların işidir’ saptamasını yapması ise başlı başına bir çelişki. Aşk efsanesinde, aşkın boş adam işi olduğunu söyleyip, barışçıl felsefenin hâkim olduğu bir temada, okumanın anlamsızlığını vurgulamak ne denli mantıklı ve tutarlı?
İyiyi başarmak isterken acemiliklerle yolunu kaybeden yapımda benzeri çelişkilerin tamamını saymaya kalksak filmin tüm sürprizleri bozulacak. Onun için en iyisi;‘İnsan derdi arıyorsa, her şeyde dert var’ yaklaşımıyla irdelendiğinde, daha pek çok anlamsızlığın ve senaryo-yönetmen hatasının çıkartılabileceği ‘Mahmut ile Meyrem’le ilgili sözlerimizi, kitabın yazarı Azerbaycan Başbakan Yardımcısı Elçin Efendiyev’in ‘Aşk din tanımıyor. Aşk manevi temizlik istiyor. Manevi temizlik de tüm dinlerde var’ iyimserliğiyle noktalamak.
Anibal GÜLEROĞLU