Erkeğin ve güçlünün egemenliğindeki yaşam düzeninde, ezilenlerin büyük çoğunlukla kadınlar ve çocuklar olması kaçınılmaz. Bu öylesine bildik bir tablo ki…
Yaşamımızın her anında bu gerçekle karşı karşıyayız. Ekranlardaki kanlı haberlerde, dizilerdeki ajitasyon düzeninin temelinde ve hakikatleri öyküleştirip beyazperdeye taşıyarak sinemaya katkıda bulunan filmlerde…
Kimsesizliğin yarattığı dezavantajla sömürülen, tutunacak başka dalları olmadığı için birbirlerinden medet uman çaresiz küçükler… Nasıl ve niçin evlendiklerini dahi bilemeden kendilerini bir erkeğin yanında bulup sonrasında dayatmalara boyun eğmeğe, benliklerini arka plana atıp erkek dünyasının kurallarına göre yaşamaya mahkûm edilen köleleştirilmiş kadınlar… İkisi de, bünyesinde çeşitli senaryo çıkartmaya elverişli temalar barındıran yaşam objeleri.
***
59. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde gösterilen iki Türk filminden biri olan ve annesiz iki çocuğun gerçek yaşam öyküsünden uyarlanan ‘Kız Kardeşim Mommo’ ile sosyolojik saptamalarda bulunan ödüllü yönetmen Atalay Taşdiken bu kez ‘Meryem’ ile aynı sularda yüzüyor.
Masalsı bir görsellikle gerçeklere dokunan ‘Meryem’, çocuk ezilmişliğiyle kadın çaresizliğini bünyesinde harmanlayarak her iki objeyi kullanan bir yapım olarak çıkıyor karşımıza.
Sıradan insanların hayatlarını naif bir dille işleyen bu samimi ve gerçekçi hayat öyküsü, ‘Hepimiz Meryem’iz dedirten türden…
***
Yoksulluğun tablosunu çizmekteki ustalığını ispatlayan, hüznün kabullenmişliğini ve küçük hayatların kaderin pençesindeki çırpınışlarını yürek titreten yansımalarla veren yönetmen, ilk filmindeki çocukken başka bakan gözleri ‘Meryem’in büyüdüğü halde hala çocuk kalan kocaman bakışlarına yerleştirmiş adeta.
Öyle ki, sanırsınız Ayşe’nin dramatik öyküsü, kına türküsüyle bırakılan yerden alınıp ‘Meryem’in (Zeynep Çamcı) kısırdöngüsünde sürdürülmekte. Bu, çocukluktan yetişkinliğe kadınların hiç sönmeyen hüzün ateşi gibi… Gözlerden beyinlere seslenmeye çalışan bir sessiz feryat misali… Bu feryadı daha etkili kılansa, Taşdiken’in tıpkı ilk filminde olduğu gibi, ‘müzik’ unsuru.
Akşehir’in görselliğini, ‘Harry Potter Ateş Kadehi’, ‘One Day’ ve ‘Bel Ami’ gibi ünlü filmlerin müziklerini yapan Youiko Yamamoto’nun tınılarıyla buluşturan yapım, bu avantajı sayesinde çoğu yerde söze gerek bırakmayan bir dokunuşa sahip.
***
Annesi tarafından ‘Koca evine girdin mi bir daha dönüş yok’ mantığıyla yetiştirilen Meryem’in kocasız evliliğinde yakalamaya çalıştığı mutluluğu kendi kendine oynadığı kabullenmişlik oyunuyla seyirciye aktaran ve bu noktada kimi zaman abartıya kaçan film, onun isyanını da ‘Neyim ben’ sorgusuyla açığa çıkartmakta.
Kadının kadına, en az erkekler kadar kötülük yaptığı bu süreçte genç bir kadının sevgiyi yaşama duygusunu, beklentiler ve avuntularla öteleyip ‘Laf söz olur’ diktasıyla varoluş kavgasına dönüştüren yapım, aile içi bireylerin sömürüsünü, çevredeki fırsatçıların hamlelerini, zihinsel engelli Celil’i ve adaletsizliğe baş kaldıran Murat’ı da kendi doğaları içinde devreye sokmakta.
Kadın olmaktan ziyade ‘insan’ olmanın kavgasındaki yapımda, yaşamın adaletsizliği Murat(İsmail Hacıoğlu) karakteri üstünden sergilenirken ikili bir yansıma söz konusu… Kocalı bir kadından medet umarak güzellikler yaşamak isteyen Murat kötü karakter mi yoksa toplumsal rutinin kurbanlarından mı?
Kocasının dönüşünü taşlarla gün sayarak bekleyen Meryem’i, asker dönüşü başkasıyla evli bulan Murat’ın gerçekleri de aslında Meryem’den pek farklı değil. O da, insan olarak sorunlarla dopdolu. Askerliğin yarattığı baskının izlerini taşıyan Murat da en az Meryem kadar kurban durumunda.
Dolayısıyla babaların dostluğuyla gerçekleştirilen evlilikte Meryem’in iyi niyet gibi yansıtılan çaresizliği nasılsa, ‘Bir kez daha deneme’ peşinde olan Murat’ınki de aynı. Murat’ın ‘Diğer kadın’ olgusuna ve çevresine kurban durumuna sokulan Meryem’den tek farkı, ‘erkek olma’ avantajı. Artık ne kadar işe yarıyorsa…
***
Bu bildik konusuyla kimilerine çok sıradan gelebilecek ‘Meryem’ filminin en büyük özelliğiyse, sürpriz denebilecek bir sonla biterken seyirciyi şaşırtması!
Kadının ne kadar sevebileceğini, bekleyebileceğini, dayatmalara boyun eğebileceğini ve ailenin hizmetçisi görevini ne dereceye kadar üstlenebileceğini aşama aşama yaşatan film, ‘Sabrın sonu selamettir’ mi dedirtiyor yoksa yaşamak için yanıp tutuşan kadını her seferinde ‘sabır’ ve ‘şükür’ olgularıyla dizginleyerek kendince bir yol mu çiziyor? Bunun kararı hüzünle neşeyi, isyanla kabullenmişliği birleştiren ‘Meryem’i izleyecek seyirciye kalmış.
Anibal GÜLEROĞLU