Önce ‘Ya Sonra’ dedi… Evlilik ve ilişkiler üstüne düşündürdü. Ardından Güney Kore’den esen rüzgârla ‘Evim Sensin’ söylemini yaratıp aşkı ve zamansız ayrılığın hüznünü tattırdı. Seyirci ezberine hitap etme akılcılığında son olarak ‘Su ve Ateş’te karar kıldı. Törelerin acımasızlığını masum aşkın çaresizliğiyle buluşturdu.
‘Asmalı Konak’la televizyonda unutulmaz bir yer edinen, son dizi çalışması ‘Karagül’de bir görünüp Halfeti’nin Fırat sularında, geri dönüş kapısını açık bırakarak, kaybolan Özcan Deniz denince akla gelen o kadar çok şey var ki…
Müzik, televizyon, sinema, senaristlik, yönetmenlik, oyunculuk, yapımcılık… Bunlar onun, kendini ‘tam kıvamında’ hissettiği yıllarının verimli ürünlerine olanak sağlayan alanlar. Ama bunun ötesinde Özcan Deniz denince akla gelen en önemli olgu, aşkı ve acıyı harmanlayarak sunma durumu!
Bunu öyle kendine özgü bir dille yapıyor ki, isteyen istediği kadar eleştirecek bir yön arasın… Senaristliğine veya yönetmenliğine bir kulp takmaya uğraşsın… Daha olmazsa feodal duruşluluğundan girip oyunculuğunun, yapımların içeriğine ters düşen ‘ağır abi’ ayrıntılarına takılsın… Yetmezse 'Altın Bamya' için didiklesin... Neticede; doğunun sertliğini, aşkın yumuşaklığında eritip yaşamın acı gerçeklerini de konuya dâhil ederek, masallardaki iyimserliğin aksine hayattaki benzerleriyle aynı doğrultuda yol alan öyküler sunan Özcan Deniz seyircinin zevkini yakalamayı çok iyi başarıyor. Zaten önemli olan da bu... Ötesi, öküz altında buzağı aramak!
ÖNEMLİ OLAN EZBER BOZMAK DEĞİL
İzleyici beğenisini kaybetmemek adına tutulduğu tiplemeden çok da uzaklaşmadan yol almayı tercih ederek kendi adına doğru bir çizgi tutturan Özcan Deniz’in komple üreticiliğinin son ürünü olan ‘Su ve Ateş’i basın gösteriminde izlerken ilk edindiğim izlenim, Deniz’in önyargıları kırmak ve kendini ispatlamak için uğraşmak yerine içinden geldiği gibi bir iş ortaya koyma mantığını her sahnede net biçimde yansıttığı oldu! Bu, özgünlüğü yakalamak adına olumlu bir davranış.
Ezber bozma gayretkeşliğine düşenlerin sunilikleri yerine, kendi havasında bir çalışma yürüten Özcan Deniz, yıllardır cebinde olduğunu söylediği hikâyeleri bir bir beyazperdeye aktarıp tam anlamıyla kendi orijinalitesinde ilerlerken sadece tarzını yaratmakla kalmıyor her adımda başarı oranını da yükseltiyor.
‘Tesadüf diye bir şey yoktur. Olması gereken olur’ söylemiyle açılışını yapan ve bir anlamda Özcan Deniz’in sinemada kat ettiği mesafeyi de bu sözle saptayan ‘Su ve Ateş’, kâğıtların havada uçuştuğu yan sokaklardaki kovalamacadan, ateşin suya düştüğü uçuş korkusuna geçiş yaparak öyküsünü başlatıyor.
Bu öyküde, insan kavramının olduğu yerde karşımıza çıkabilecek her türlü olgu mevcut… Masumiyetin ışıltısında su gibi berraklaşan bir aşkın acısı… Karşılıksız aşkın tutkuya dönüşerek ateş misali öfkeyi yaratması… Silahların ve intikamcılığın hüküm sürdüğü bir kısırdöngü… Aile ve çevre çıkmazındaki kadın manzaraları… Ve daha pek çok yaşamsal ayrıntı.
Hepsi de ‘Su ve Ateş’ romanının okunma süreciyle aktarılan sahnelerle, suya düşen ateşin nasıl bir aleve dönüştüğünü ve herkesi sarıp sarmaladığını seyirciye yaşatan senaryonun ‘Önemli olan ezber bozmak değil, ezberi insanlara sunmayı bilmek’ dedirten parçaları.
FİLM KALİTESİNİ ‘GÖZYAŞI’NA BAĞLAMAK HATA!
İngiltere rotalı bir uçağın business class’ında, çocuksu bir yara bandıyla tohumları serpilen güzelliğin, kökleri Türkiye’deki kan davasına dayanan kötülükle nasıl kolayca soldurulabileceğini yansıtan öykünün özünde, ‘Daha lahmacun yeme seviyesinde değiliz’ diyen Kemal/Haşmet ile ‘Kimsenin gözüne uzun uzun bakamam’ takıntılı Yağmur’un şımarık kız-sevgiye susamış erkek modunda başlayan ilişkisinin, çaresiz kabullenişle örülü hüsrana dönüşümü işlenmekte.
Hüsran denince akla hemen ‘gözyaşı’ gelse bile ‘Su ve Ateş’ öyle ağıt yaktırmak üstüne kurulu bir yapım değil. Dahası şimdi moda olduğu üzere bir yapımın iyiliğini, ‘ağlamak-ağlamamak’ bazında algılamak da büyük hata! Nice film, dramıyla bolca ağlattığı halde, kalite bakımından sıfırı çekebiliyor.
Üstelik filmi yorumlarken tüm ayrıntılarını bir kenara atıp ‘Çok ağlatacağını’ söyleyerek onun bu özelliğinden dolayı iş yapacağı yönünde fikir beyanında bulunmak, yapımın kalitesini küçümsemek olur ki, bu da verilen emeği ve gösterilen özeni her sahnesinde ortaya koyan ‘Su ve Ateş’ için fazlasıyla haksızlık.
Kaldı ki, ekranda aşk ve ayrılık üstüne ajitasyonlarla sürekli karşı karşıya gelen seyirci, aşk hüsranlarına karşı büyük ölçüde şerbetli. Dolayısıyla bir filme sırf ‘gözyaşı’ döktürüyor diye ilgi göstermeyecek kadar bilinçli.
GERÇEKÇİ VE KOMPLE BİR YAPIM
Öte yandan, aşk duygusunun yoğunlukta olduğu yapımda bu duygusallığın yanı sıra yaşamsal gerçeklere yönelik mesajlar da bulunmakta.
Kemal’in ‘Ben bir toz zerresiyim’ gibi büyük sözlerini, Yağmur’un ‘Gözlerin uçurum gibi’ şiirselliğiyle buluşturan süreçten, törelerin ve silahların konuştuğu evreye geçiş yaparken seyirciyi romantizm bulutlarından indirip Haşmet’in dünyasındaki kaba ayrıntılara toslatan senaryo, bu noktadan itibaren toplumun kanayan yaralarına dikkat çekmekte.
Dökülen kanın, kan bağıyla ortadan kaldırılma töresi… ‘Nikâhta büyük hayır vardır’ mantığı… Evlilik dışı hamilelik durumunda, kadının ‘Milletin yüzüne nasıl bakacağım’ kaygısındaki ailesiyle yaşadığı itilmişlik halleri… Ve yakın akrabalara dahi güvenilemeyeceği gerçeği.
Tüm bunlar bildik şeyler gibi görünse de, kan davası hikâyesi zaten çokça tanıdık olsa da, Özcan Deniz bu kanıksanmışlık handikabını ustaca aşmayı başarmış. Defalarca işlenmiş bu olguları, ayakları yere basan bir kurguyla modifiye edip iş yapar hale dönüştüren Deniz, yeniden ilgi çekici hale getirmiş. Tabi, bunda ilk sinema filmi deneyimi yaşayan Yağmur rolündeki Yasemin Allen ile Nupelda karakterini canlandıran ve şimdilerde Hülya Avşar'la birlikte rol aldığı 'Ana' isimli kısa filmde hayat kadını olan Pelin Akil’in de katkısı büyük.
Bu arada merak edenler için Yasemin Allen’in Suna Yıldızoğlu’nın kızı olduğunu, Nupelda ismininse ‘çiçeğin tomurcuğu’ anlamına geldiğini de belirtelim.
Sonuçta; ister beğenelim ister beğenmeyelim, dönüş kapısının açık bırakıldığını daha ilk bölümün ardından yazdığımız ‘Karagül’e dönme sinyalleri gittikçe artan Özcan Deniz, televizyondan sinemaya müthiş bir fırtına estirmekte. Gerçekçi ve komple bir yapım olan, görüntülerinin ve müziğinin kalitesiyle de öne çıkan ‘Su ve Ateş’ bu fırtınadan fazlasıyla nasiplenecektir.
Anibal GÜLEROĞLU