Bazen düşünüyorum… Bunca dizi bolluğu kime yarıyor diye. Sanki diziciler de sürümden kazanmak istermişçesine koyuvermişler ipin ucunu. Ha bire yeni bir yapım sürüyorlar piyasaya. Bunun yararı oluyor mu peki? Biri giderken diğeri geldiğine göre, vardır elbet bir getirisi. Nasıl ki yazlık romantiklere kucak açan ekrandan bir dizi daha kayıp gitti. Show TV, dokuz bölümlük ‘İstanbul Sokakları’ macerasını noktalayıverdi.
Aslında bu final olmadı benim için. Zira hem tüneli, hem ışığı, hem de gelecek olan treni gören Cemil gibi ikinci bölümden itibaren beklediğim bir şeydi. Evet. Caner Cindoruk, Gizem Karaca, Rıza Kocaoğlu, Mehmet Çevik, Naz Elmas, Derya Alabora gibi isimlerden oluşan kadro iyiydi ama… Gerçek yaşamda olduğu gibi, ekrandaki ‘İstanbul Sokakları’nda da yürümek kolay değildi. Niye derseniz…
‘İSTANBUL SOKAKLARI’NIN ÖYKÜSÜ SARAMADI
Başlangıçta ilginç ve farklı bir hikâye sunacağı umudunu aşılayan ‘İstanbul Sokakları’, özellikle Fırat’ın annesinin diğer dizilerin aksine teşvik edicilik sergilemediği ‘silah’ konusunda, oğlunu bu zararlı alışkanlıktan uzak tutmaya çalışan anne nasihatçiliğiyle farkını hissettirmişti. Dahası Nazlı’nın ev ortamındaki anne-baba muhabbeti de, dizilerdeki fakir evlerinde mutlak bulunan sert kocaların ötesinde güzel bir tablo sunmuştu.
Ancak müziğiyle de Yeşilçam filmlerini hatırlatarak cazibe yaratan dizide ikinci bölümden sonra durum farklılaştı. ‘İstanbul Sokakları’nın taşları oynamaya başladı. Olayı, dizi klişelerine bağlayıp konu geliştirilmeye çalışılınca da, başta gösterilen ilgi yerini hızla bezginliğe bıraktı. Olayını dar bir çerçeveye hapseden dizi, kendi kendini çelmelemeye geçmişti adeta. Sanki konu akışında zorlama vardı da hemen her dizide karşımıza getirilen, artık izlemekten bıktığımız sahnelerle ekstradan bir çaba harcanıyordu içeriği doldurmaya. İlk etapta tüm malzemeyi tüketmenin, hesapsız heyecanın acısı çıkıyordu belli ki!
Hikâyenin ağırlığını Refik’in kızı için yaptığı kazaya ve onun duyulmaması üstüne oturtan yapımın ‘İstanbul Sokakları’nı güzelleştirecek, bu yollarda yürümeyi kolaylaştıracak yapı taşları bulunmadığı kesin. Bu noktada Cemil’in psikopatlığı veya Fırat’ın sevecen-özverili erkek hallerinin durumu kurtaramayacağı da kısa sürede çıktı ortaya zaten. Dolayısıyla klişelerden medet ummak kaçınılmazdı. Nitekim hemen bildik haller girdi devreye.
Fırat’ın Cemil’i kışkırtan Sibel yardımseverliği… Sibel’i takıntı haline getiren Cemil’in sanki başka haber kaynağı yaratma olanağı yokmuş gibi ‘Ben ne yaptıysam kızım için yaptım’ diyen Refik’le iş yürütme çabası… Fırat’ın, Refik’i ve Nazlı’yı işe alması… İffet’in, Fırat’ın adamıyla flörtleşmesi… Annesinin ölümünün peşine düşen Fırat’ın yersiz saflığı… Ve Sibel’in Cemil’e mecbur oluş gerekçesi… Hepsi öylesine basit bir akış yarattı ki aşk-intikam-evlat sevgisi inandırıcılığı çabucak kayboldu. Başta masum ve doğal duran karakterler birden yapaylaşmaya geçti. Çekicilik de buharlaşıp gitti.
Oysa ilk bölümde ilgi çekme gayretine düşülüp çabucak konuya dalınmasaydı durum daha farklı olabilirdi. Başlangıçtaki hızlı gelişim yerine daha sindirilerek konu sunulsaydı, kalp nakli için yaratılan arabalı cinayete giden süreç biraz daha sonra gerçekleştirilseydi, Sibel-Cemil olayı çocukça detaylarla verilmemiş olsaydı, Cemil-Fırat düşmanlığının derinliği izleyiciye aktarılabilseydi ‘İstanbul Sokakları’nda yürümek için gerekli güç de ilk elden kaybedilmemiş olurdu. Dizi de hiç olmazsa yaz sonuna dek sürerdi.
Sonuçta: Dizileri noktalamakta rekor kılar hale gelen Show ekranında yeni bir masal yaratmaya niyetlenen ‘İstanbul Sokakları’ güzel bir iş olabilecekken şansını kendi eliyle kaybetti. Onun bu hüsranlı masalcılığından ders alınmalı derim. Bununla birlikte ‘Ondan daha beterler ekranda kalırken, o niye gitti’ diyenlere de hak vermemek elde değil. Ekrandaki böylesi acımasızlığı da, ‘Hayat tiyatro gibidir. En kötüler en iyi yerlerde oturur’ diyen Cemil’in sözüyle cevaplayıp noktalayalım yazımızı.
Anibal GÜLEROĞLU