Dizi dünyasının romanlardan uyarlama hevesi, şu sıralar uykuya dalmış gibi… Rusya’daki çekimlerin görkemiyle yabancı yapımların ayarında bir dönem dizisi izleme umudu doğuran ancak negatif yaklaşımların tetikleyiciliğiyle girilen ‘yerlileşme’ yolunda reytinge kurban verilen ‘Kurt Seyit ve Şura’nın yaşadığı hüsranın ardından roman uyarlama tutkusu rafa kalktı sanki. Kuşkusuz bir süre sonra dizilerin gittikçe daha çok birbirine benzeşmeye başlayan senaryolarının iyice tıkandığı noktada yeniden depreşecektir, romanların kurtarıcılığından medet umma alışkanlığı.
Öte yandan roman uyarlamalarını ele alınması gereken asıl alanın, süre ve bölüm uzatma derdiyle boğuşmayan, sinema olduğu da bir gerçek. Böylece okuma alışkanlığını unutmaya yüz tutanlar için kaliteli eserlere karşı farkındalık yaratılabilir. Ancak burada da her şeyin güllük gülistanlık olmadığı kesin.
Romanları, aynı etkileyicilikle uyarlamanın ve bunu seyirciye beğendirebilmenin zorluğunu pek çok kez dile getirmişimdir. Ya orijinal eserin gerisinde kalınır ve keyifsiz bir iş çıkar ortaya… Ya da aynı çizgiyi tutturmak için büyük prodüksiyonlara ihtiyaç duyulur ki, bu da her babayiğidin harcı değildir. Dolayısıyla sıradan bir konuyu ele alıp bunu popüler kültür algısına hitap eden basit bir konuşma diliyle aktarmak… Hatta daha da basiti, ekrandaki işlerle alışkanlık yaratmış oyuncuları alıp ayaküstü bir komedi yaratmak, az emekle çok gişe elde etmenin geçer akçeleri. İlle de kitaptan film çıkartacağım diyenler için de, götürüsü az getirisi çok olacağı düşünülen romantik komediler ballı börek.
Hal böyleyken ciddi bir romandan uyarlanan, derinlikli işlerin bu tarz geçer akçelerle rekabeti de bir hayli zorlaşıyor. Hele ki, değerlendirme yapanların çifte standartlı bakış açıları devreye girmişse, bir de yapım açısından 'destek çevre' zayıflığı faktörü mevcutsa… Yandı gülüm keten helva.
Tabii bu demek değil ki böylesi uyarlamalardan hepten vazgeçeceğiz. Moralleri diri tutmak, fark yaratabilmenin baş şartı! Nitekim vazgeçmeyenlerden biri de, İrfan Yalçın’ın ‘Fareyi Öldürmek’ isimli romanından Atay Sözer’in senaryosuyla uyarlanan ‘İçimdeki İnsan’ isimli filmle, Yeşilçam kültürünü yaşatma azmini gösteren Aydın Sayman…
FARE GİBİ KEMİRMESENİZ, DİYORUM…
İkiyüzlülük, çifte standart insanoğlunun doğasından gelen şeyler… Herkes için geçerli olmasa bile günümüzün çıkarcı düzeninde ne yazık ki sıkça karşılaşıyoruz bu kötü huylarla. Filmlere veya dizilere dair yazılan yazılarda da aynı yaklaşım mevcut.
Bir bakıyorsunuz bazı insanlar, karşılarında çekindikleri veya yağ çıkaracaklarını düşündükleri şeyler olunca basıyorlar övgüleri... En dandik senaryoya, karakterin sıradanlığından gelişen canlandırma basitliğine bile kocaman kocaman laflarla ‘başarılı’ yakıştırmasını çekinmeden yapabiliyorlar. Güvercinler, kocalar, cartlar curtlar derken alkışlar gani gani. Sonra da dönüp gayet derinlikli bir konuya değinen ve kendi içinde oyuncu uyumunu da sağlamış bir roman uyarlamasına ‘Senaryosu şöyle, oyunculuğu böyle’ diye ahkâm kesebiliyorlar.
Arkadaş, olay senaryoysa diğerlerinin konu akışı, replikleri, kurgusu çok mu etkileyici? Ekrandan popüler olup yapımcıdan desteklenen ekibin canlandırması televizyon dizisini aşan bir performans mı ortaya koymakta? Hayır. Tam aksine, gerçekçi ve yansız bakan gözlerin rahatlıkla tespit edebileceği gibi akış da, oyunculuk da dizilerle aynı kıvamda.
Öyleyse şimdi bu yorumlar, çifte standart değil de nedir? Gişeye oynayanın tüy kadar hafif varlığını pohpohlarla destekleyip havalara uçur, insana insanın iç dünyasını anlatmaya, düşündürmeye sevk eden dolu dolu içerikleri de eleştirilerine kemir dur. Hakkaniyetsizlik bu kadar olur.
Bu cümlelerin sebebi ne, derseniz… Vizyondaki ‘İçimdeki İnsan’ filmine yapılan yorumlardan kaynaklanıyor tepkim. Doğruya doğru, eğriye eğri demenin ‘eleştirmen’ sıfatının olmazsa olmazlarından olduğuna inandığım için buradaki haksızlığı vurgulamadan geçemeyeceğim.
51. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin yarışma dışı bölümünde de gösterilip seyirciden övgüler alan ve Almanya’dan da ‘Seyirci Ödülü’yle dönen ‘İçimdeki İnsan’, yaşamda karşılaştığı tüm acılara ve olumsuzluklara rağmen ‘iyi’ kalabilmek için direnen bir insanın dramı. Yani buradaki insan da en basit ifadeyle, tıpkı çifte standartlarla fareleşenlerin kemirmelerine karşı varlık göstermeye çalışan işler gibi bir sabır savaşının içinde!
Afyon’un atmosfer katkısının yanı sıra Can Atilla’nın filmin konusuna çok denk düşen ve psikolojik yansımaları hissettiren müziğiyle de güçlenen ‘İçimdeki İnsan’ın ana metaforu, orijinal eserden de tahin edilebileceği gibi ‘Fare’… Yaşanamamış arzuların, özlemlerin, baskıların, yoklukların, ailevi problemlerin kısacası her türden olumsuzlukların insanı yıllara yayılı olarak içten içe kemirmesini de zaten ‘Fare’den başka şeyle simgelemenin imkânı da yok zaten.
Nitekim ‘İyi geceler Şükran’ demeden yatmayan ama buna karşılık karısından aynı sıcaklığı göremeyen... İş yerinde kendi çapında fantezi yaşayıp her durumda mülayim, eğlenceli, sakin ve tutkulu kalmayı başaran Sabri de, içindeki tüm kemirgenleri öldürmek istercesine bilinçsiz bir hınçla katil olurken sadece bir fareyi öldürdüğünü söylemekte.
Anlayacağınız 1945’lerden 2000’li yıllara yayılı bir süreçte çocukluğundan başlayarak Sabri’yi ele alan ‘İçimdeki İnsan’da, pek çok duyguyu bir arada yaşamak mümkün.
Yapımın zengin içeriğinde arsa satışı için geri gelen yazar Nuri ile Sabri'nin gençken arkadaş oluşlarından hareketle, 'giden-geride kalan' dengesindeki içsel kıskançlığı… Mesai arkadaşı Nejla’ya karşı beslenen duygulardan, erkeklik egosunu tatmine yeltenişi… Balonların uçmasını engelleme isteğinden, geçmişin baskılarını… Ve şefini ‘fare’ olarak algılama psikotravmasından da, bastırılmış acıların nihayetinde büyük patlamalara sebep olabileceğini hissedebilirsiniz.
Dolayısıyla insan ruhunun karanlık yanlarını irdelemek için Sabri’den faydalanan ‘İçimdeki İnsan’ın, içindeki kötücül yanı fareyle ortaya çıkartan Sabri’nin, bir insanı öldürüşünden yola çıkıp suskunlaşan delilikle intiharcı trajedinin buluşmasına uzanan psikolojik yolu açışına kadar sergilediği her an gayet başarılı.
Dönemselliği yansıtmayı ‘maliyet’ açısından dar alanda bıraktığı çekim tarzındaki bu eksikliğini görsel yönetimle bertaraf eden yapımın oyunculuk detayına gelince…
Suavi Eren, Vedat Erincin, Füsun Demirel, Şebnem Bozoklu, Menderes Samancılar, Rıza Sönmez, Melek Şahin, Macit Koper, Timur Ölkebaş, Gürkan Güzeyhuz, Ahmet Yaşar, Seda Kızıltoprak, Muhlis Asan ve Seda Bozkurt gibi isimlerin yer aldığı kadroda herkes karakterin gereği neyse, hakkını vererek görevini yerine getirmiş. Doğal olarak en büyük etkileyicilik, ana karakter Sabri’yi oynayan Vedat Erincin’de!
Neticede; ‘İçimdeki İnsan’, mana bakımından dolu dolu cümlelerinin zenginliğiyle ve herkesin kendine bir pay çıkartabileceği gerçekçilikte ayakları yere basan senaryosuyla kayda değer bir film. Şebnem Bozoklu da Füsun Demirel de sahnelere uygun oyunculuklarıyla bu drama renk katmışlar.
Farklı bir tadı sofradan kaldırmayı kafalarına koyanlara ‘Fare gibi kemirmeseniz’ diyerek, bu kemirgenliğe aldırmadan yaşamı ve insanı analiz eden ‘İçimdeki İnsan’ı izlemenizi öneririm.
Anibal GÜLEROĞLU