Tarih 19 Ocak 2007… Hrant Dink, arkasından sıkılan üç kurşunla öldürüldü. O, kendisini kimin vurduğunu bilemeden yere yığılıp tabanı delik ayakkabısıyla kaldırımın soğuk taşlarından manşetlere taşınırken, gündemi ısıtmayı bilenlerin tetikçisi de güvenlik kameralarının hafızasına kaydoluyordu. Sonra? Sonrası, rutinin işlemesi...
Beyaz beresi ve yaşıyla hafızalara kazınan katil, bulunup yakalandı. Bir görgü tanığı, ifadesinde iki kişinin daha olduğunu işaret ediyordu ama onların görüntülerine asla ulaşılamadı. Çünkü güvenlik kameralarındaki kayıtların bir bölümü silinmişti.
Aradan yıllar geçti. Davalar, davaları takip etti. Televizyonda konu enine boyuna tartışıldı. Deliller sulundu, itirazlar edildi… Ancak tüm bu adalet arayışı sürecinde, ne o güvenlik kameralarında eksik olanlar ortaya çıktı, ne de varlığı iddia dilen örgüt bulunabildi.
Bu bilinmezlerin yarattığı sıkıntı ve Agos Gazetesi’ni okuyup öfkelenen 17 yaşında bir çocuğun tetikçi haline dönüşüp, bilmediği bir şehirde, bilmediği bir adamı öldürmüş olmasına kimsenin inanamayacağı mantığı gün geldi öylesine ağır basmaya başladı ki, yapımcı Hakan Alak’ın beyazperdeye taşımasına sebep oldu.
***
Sinema çevrelerinin nedendir bilinmez pek rağbet göstermediği, buna karşılık hayli güzel bir atmosferde gerçekleşen özel gösterimde izlediğim ‘Hile Yolu’, yapımcı Alak’a göre Hrant Dink cinayetinin gizli kalan sanıklarının hikâyesi.
‘Gerçekler Silinemez’ sloganıyla yola çıkan ve Esin Kana’nın ilk çalışması olan filmin sorusu, kimse tarafından bilinmeyen iki kişinin ‘Kim’ olduğu üstüne! Peki, bu kimlik sorgulayışı yeterli güce ve netliğe sahip mi?
Bu soruyu cevaplamadan önce ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’da küçük Barış olarak tanıdığımız Ozan Bilen’in başrolündeki ‘Hile Yolu’nun, Mazlum Kiper’in canlandırmasındaki Paşa’ya bağlı Korhan, Murat ve Kofik’ten oluşan suç sürecine kısaca değinelim…
Hrant Dink’in röportaj görüntülerini, hayali tetik çekme provası yapan çocuğun aynadaki yansımasıyla buluşturup açılışını yapan ‘Hile Yolu’, seyirciyi 2009 yılının çalkantılı dönemine götürmekte. Emekli albayın intihar haberini ‘Bunları bir bir ortadan kaldırıyorlar. Bizi çiğ çiğ yerler’ kaygısıyla harmanlayıp ‘Reis’i sahneye çıkartan akış, Amerika’ya karşı geldiği için aslında milliyetçi olarak algılanması gereken Deniz Gezmiş’in Amerikan oyununa kurban gittiği sorgusuyla devam etmekte.
‘İsa, Musa sen bizi kutsa’ dalgasıyla yapılan misyoner takipçiliğini Malatya’daki Zirve Yayınevi davasının radyodan verilen haberine denk düşüren içerik, bu süreçte ‘Becer, kral ol’ telkiniyle yetiştirilen çocuk tetikçi olgusunu da karşımıza çıkartmakta. Dahası, Ergenekon’dan Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düşmesine, soru işaretleriyle dolu önemli olayları arka plandan haber anonslarıyla veren yapım böylece kurgusunu, 2009 yılının gerçekleriyle desteklemekte.
‘Komünisti, Ermenisi, Darwinisti tonla… Hain mi yok piyasada’ diyenlerin kahraman dünyasından olaya yaklaşıp, ‘Bizi niye kandırıyorlar? O kaza, bu intihar… Neyiz biz, terörist miyiz’ sorgusundaki vatanı, milleti savunduklarını sanan tetikçilerin yaratılma düzenine tanıklık ettiren film, ‘Tam bir ev köpeği’ sıfatındaki korumasıyla dolaşan Paşa’dan malum sonuca ulaşmakta.
***
‘Bütün Türkiye silindi biliyor. Ama hep bir yedek vardır’ diyerek ana mesajını veren yapımın sorgulama gücüne gelince…
Güvenlik kameralarından görüntü silme rutinini akıllara işlerken hayli net olan yapım, buna karşılık ipleri elinde tutanları ‘basit bir suç filmi’ne has yüzeysellikle ele almış. Bir dokunup bin pişman olma çekincesi ve süregelen bir davanın mevcudiyeti bu tutuklukta büyük etken tabi. Dolayısıyla, malumun bir kez daha tekrarlanması yerine ‘Daha cesur olunabilir miydi’ sorusuna kolayca ‘Evet’ cevabını vermek imkânsız. Bu nedenle, filmi yetersiz ve basit bulmak hata olur. Zira bundan ötesi, varsayımlarla arı kovanına çomak sokmak!
Pek çoğunun fikir yürütebileceği ve tahminde bulunabileceği arka planı işlerken birtakım çekincelerle sözünü sakınan yapım, ‘Paşa nereye, biz oraya’ bağlılığıyla hareket edenlerin maşa olarak kullanıldıktan sonraki bildik kaderlerini sergilerken, sinema filmi olma özelliğini de unutmamış.
Askerlik esnasında yaşanan dönüşümü, Korhan ve itirafçı Şeyhmus ile veren ‘Hile Yolu’, bu doğrultuda araya arkadaşlık ve kadın-erkek ilişkisini sokmayı da ihmal etmemiş. Ancak burada sergilenen öyle romantik bir aşk-meşk olayı değil. İvmesini, Korhan karakterinin sakin canlandırmasından alan film bu ilişkiyi, örgütün delilleri karartmak için ‘eskort kız’ kullandığı ayrıntısını saptamak adına kullanmakta. Yani aslında bu da senaryonun deşifre dilinin bir parçası.
Failleri yakalandığı halde ‘faili meçhul’ olarak kalmayı sürdüren kilit cinayetlerin görünmeyen yüzlerini sorgulamaya niyetlenen ve kendi çapında bunu beceren ‘Hile Yolu’nun en büyük özelliğiyse, Sabiha Gökçe’nin Ermeni olduğuna dair haberden sonra tehditler aldığını söyleyen Hrant Dink’in sesiyle yapılan finali!
Kimin kim olduğu ayrıntısına takılmadan, katillerle gurur duyulmaması gerektiği gerçeğini ‘malumun yansıması’ olarak beyazperdeye çıkartan ‘Hile Yolu’, benzerlerinin ve daha kapsamlılarının yaratılmasına önderlik eder mi bilinmez ama en azından genç beyinlerin nasıl yıkandığını gösteren bir örnek olarak sinema tarihimizde iz bırakır.
Anibal GÜLEROĞLU