‘Valla oldu mu oldu, yaptı mı yaptı. Perfect. Tu, tu, tuu… Maşallah’ övgüsüyle eleştirilere karşı tavrını sergileyen ‘Hayatımın Rolü’nü ne kadar hoşgörüyle izlesem de olmuyor, olamıyor.
Uyarlama aşamasını ilk bölümde tamamlayan yapım sonrasında uydurmaya geçince bu ‘olmazlık’ kendini daha çok hissettirmekte. Bu senaryo kimi Yeşilçam filmleri gibi sette mi yazılıyor diye düşünmemek imkânsız. Kaldı ki onlar bile daha çekici. Her bölümde baştan sona bir şarkıyı çalıp uzun flashback’lerle zaman kazanan, bu arada ekran başındakileri de sıkıntıdan patlatan dizide sırasıyla her karakter anılara dalmakta. Bu kısırlıkta gelişme aramak nafile. Böyle giderse Dost köpek de eski manitasını hatırlamaya başlarsa şaşmayalım.
Robin Williams filmde yaptıysa ben de gerçek hayatta bunu yaparım, diyen Müşfik’i Dadı Yaşar’a dönüştüren (daha doğrusu dönüştüremeyen) ve zülfüyâra dokunan türlü eleştirilerden intikam alırcasına laf vuran ‘Hayatımın Rolü’nün müzik ve anılar dışında bir başka senaryo doldurma yolu da, sağa sola taş atmak.
Sürükleyiciliği, dramatik çatışması olmadan sadece ‘kadın kılığına girmeyi başarma’ iddiasıyla fark yaratmak için ortaya konulan yapımdan akılda kalanlar da zaten bu taşlar. Ötesi, kendini tekrarlayan planlar ve yeni icat edilen uyduruk mazeretli eski sevgili. Bu kadar havada kalan bir yama olur mu? 20 yıl önceki sevgilinin tayini çıkmış; kalacak yer bulana kadar misafir edilecekmiş. Bizim bildiğimiz, tayini çıkan biri gitmeden önce evini ayarlar. Tombaladan çıkan eski sevgili, Erdal olmasa kimin evinde kalacaktı?
Özele havaleli mesajlar
Dizideki taşlamadan son nasiplenenler, yaşlı erkek-genç kadın evliliğini kınayanlar ve en acılı günde bile sahne alan sanatçılar… Hatırlanacağı gibi bir tarihte sanatçıların ‘Gösteri devam etmeli’ söylemlerini ‘yavşaklık’ olarak niteleyerek şimşekleri üstüne çeken Haluk Bilginer’in, Tiraje’nin evindeki repliği geçmişteki bu tartışmanın hıncını taşıyor adeta. Sanatçılara ‘acı izni’ verilmesini gündeme getirerek isabet buyuran… Tiyatroların özelleştirilmesi konusunda ‘Memur sanatçı olmaz’ çıkışı ve 10 TL’lik Devlet Tiyatrosu biletinin vatandaşa gerçek maliyetinin 100 TL(vergilerden dolayı) olduğu tespitiyle gerçekleri ortaya koyan Bilginer’i böyle bir ‘Ağız payı verme’ söylemine sokmak ne derece doğru?
Aynı şekilde, özel yaşamlardaki ‘yaş farklı’ evliliklerin hüsranını, komşu kadının genç kocasına ‘Bir yıldır tık yok’ vurgusu üstünden dillendiren yersiz ve basit muhabbetlere girmek dizinin içeriğiyle hangi oranda bağlantılı? Ela, Müşfik’ten yaş farkından dolayı boşanmadı ki böyle bir hatırlatmaya ihtiyaç duyuldu. Gerçek hayattan birilerine(!) yollandığı meydanda. Ayrıca her sahnede boşanan kadına ‘Evine dön’ diyerek kadın terbiyecisine dönen yapımda erkeği ‘Tıklamasıyla’ değerlendirmek içerikteki ahlakçılıkla da hiç bağdaşmadı.
Üstelik kendilerinden hayli genç kadınlarla evlenen erkeklerin uzun süre evli kalamadıkları da örneklerle sabit. Ne demiş atalarımız; Davul dengi dengine çalar! Bakmayın kırsaldaki zorlama ve ölüm korkusuyla sürdürülenlere. Aklı olan erkek, genç kadının ya para ya da şöhret için koynuna gireceğini bilir. Sözün kısası, dizilerden böyle göndermelerle yaşlı erkeklerin çıtır sevdasını meşrulaştırmaya, kadınları da yaşıtları dururken moruklara yönlendirmeye hiç gerek yok. Sonra maazallah, genç erkeklere genç kadın kalmaz!
Yapaylığın doruğunda bu ne yaman çelişki…
İlk bölüme oranla azaltılan lâteks parça ilavesiyle kadınımsı olan Haluk Bilginer’in Dadı Yaşar’a dönüşmekle kariyerine bir şey eklemediğini apaçık ortaya koyan ‘Hayatımın Rolü’nün senaryosunda hesap-kitap hak getire… Yaş kavramının tamamen sıfırlandığı, devşirme temalı öykünün alabildiğine sahteleştirildiği yapımda, diyaloglardan mimiklere yapmacıklık diz boyu.
‘Hayatımın Rolü’nde bölüm kaçırdım diye üzülmek de gereksiz. Çünkü her bölümün gidişatı aynı! Saygın Ela’ya sarkar, Ela geçmişin hülyalarına dalarak vicdan yapar… Çocuklar, boylarından büyük ukala tavırlarla her duruma maydanoz olur… Modern kaynana, mutaassıp dünürünün nasihatçi söylemleriyle sürekli refüze edilir… Dadı Yaşar, oje sürmekle kadınsılaştıramadığı erkek elleri ve ayarını tutturamadığı sesiyle, gerçek kimliğini fark edemeyecek derecede kör olanların arasında dolanır… Ela’nın onca yıllık kocasının kendini okşayan ellerini tanıyamaması, zekâsı yerinde herkesi tavana zıplatır… Erdal ile Melek, tüp bebeğin ayağa düştüğü devirde, bebek yapmayı becerememekten yakınır durur… Müşfik’in annesi, Dadı Yaşar’la aynı yaşta göründüğü halde ‘İnşallah iyi bir kısmet bulursun kızım’ der… Güvenlikçi, dünyada hiç kadın görmemiş Abaza gibi, kadın azmanı Dadı Yaşar’ın hayalleriyle erir biter… Yıldönümlerinde gidilen filanca restoranın falanca garsonu, bütün aile fertlerini isimleriyle tanıyacak kadar hafıza kabiliyeti sergiler… Ortalıkta dolanan orkideler de bir o eve bir bu eve gider. Dizideki en doğal varlık olan Dost köpek ise çevresinde dönen bu kumpanyayı saf saf izler. Tıpkı kaliteli tiyatroculardan kaliteli bir oyun bekleme saflığına düşen bizler gibi!
Para için her türlü rolü kabul edenleri eleştiren yapımın kaçırmadan izlediğim her bölümünde değerli tiyatroculara sergiletilen mantıksızlıkları gördükçe ister istemez başlangıçtaki Müşfik’in ‘rol kabulü’ ile ilgili onurlu sözlerini hatırlıyorum. Nerede ‘Oyun Atölyesi’nde sık sık sahnelenen Shakespeare’in tiratları, nerede uyarlamanın uydurulmuş senaryo diyalogları…
Son bölümde araya Shakespeare sıkıştıran ‘Hayatımın Rolü’nden ilham alarak birkaç Macbeth dizesiyle noktalayalım yazımızı. ‘Yapmakla olup bitseydi bu iş, hemen yapardım olup biterdi… Beni mahmuzlayan tek şey, kendi yükselme hırsım. O da bir atlayış atlıyor ki atın üstüne… Öbür tarafa düşüyor eğerde duracak yerde’.
Ne kadar ‘perfect’ yazılmış değil mi? Tu, tu, tuu… Maşallah!
Anibal GÜLEROĞLU