Anibal Güleroğlu

Anibal Güleroğlu

guleranibal@yahoo.com

Tüm Yazıları

Yeni sezon kavramını ortadan kaldıran ekranlarımızdaki dizi trafiğinin yoğunluğu malumunuz. Kanallar her dönem daha da azalmaya başlayan reyting paylarını olabildiğince yüksek tutmak için birbirleriyle yeni yapım yarışına girmiş haldeler. Biri yeni dizi tanıtımına geçmeye görsün… Diğerleri de hemen sıraya diziyorlar sözde yeni projelerini. ‘Sözde’ dedim zira sıkça görünen yüzlerden oluşan ve ‘ekran kadrolusu’ havasını yaratan isimlerin rol aldığı, öyküleriyle de cümle klişeyi bir araya getirmiş işler oluyor çoğu. Dahası bu yoğun dizi üretimi aynı yapım şirketleri, senaristler, yönetmenler tarafından karşılandığından içerikte yenilik kısırlığı çekilmesi ve dizilerin tatsızlaşması kaçınılmazlaşıyor sonuçta.

Haberin Devamı

Anlayacağınız, aslında eskilerden ve birbirlerinden farkı olmayan ama yeni isimle sunuldukları için yeniymiş-farklıymış gibi algılanan seçeneklerle yürütülen bir yarış hüküm sürüyor ekranlarımızda. İşin vahim tarafı, kaliteden ziyade reklam getirisine odaklı bu yarış öylesine hararetli ki, ekrana sürülen yapımların içeriklerinde iyiyle kötü kavramlarının anlam yitirmesi bir yana, mantık denilen şey de tamamıyla dışlanmış durumda. Bu yaklaşım sonucunda da izleyicinin karşısına çıkartılan yapımların büyük bölümü, televizyonlarda yayınlanan dizileri değerlendiren İstanbul Aydın Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Drama ve Oyunculuk Bölüm Başkanı Prof. Mehmet Birkiye’nin ‘Dizilerimizi maalesef zekâ özürlü buluyorum’ sözüyle paralel bir hal alıyorlar. İlaveten bezdiriciliğin ötesine geçen dizi süreleri de izleyici zekâsını küçümsemenin bir başka yansıması olarak gösteriyor kendini.

Öte yandan tüm bu gerçeklere karşın dizi sektörünün aynı türden ve mantıksızlıklarla yürüyen işleri üreterek, bir anlamda zekâsı küçümsenen izleyicinin ekran sofrasına koyarak reyting toplamayı başardığını da göz ardı etmemek lazım. Fark yaratacak türden yapımları öteleyip saçmalıklarla dolu sade suya tirit konulara ilgi gösterilmesi, gerçek sanata ve kaliteye önem verenler tarafından ‘zekâ özürlü’ bulunan dizilerin aslında izleyici tercihi sonucu ortaya çıktığını ispatlamıyor mu bize? İspatlıyor.

Haberin Devamı

Şayet izleyici bu tarz işleri sevmeseydi dizicilerin üretkenliği de farklı yönde gelişirdi kuşkusuz. İzleyici ‘Zekâmla dalga geçse de eğlencelik niyetine izlerim’ kafasını güttükten sonra bu kafayı layıkıyla kullanmayı bileni alkışlamanın ötesinde yapacak bir şey yok. Nasıl ki ben de bu mantıkla FOX’un yeni dizisini yani ‘Bir Mucize Olsun’u ayakta alkışlıyorum! Alkışlama gerekçemin hakkını vermek için gelin birlikte bakalım dizinin ilk bölümünden yansıyanlara…

O HAYAT BENİM’LE ‘BİR MUCİZE OLSUN’ DEDİK…

‘Poyraz Karayel’in duvar yazısı olarak aklımda yer eden ‘Bir Mucize Olsun’, Hamdi Alkan yönetmenliğinde çıktığı ekran yolculuğunda Total’de sekizinci, AB grubunda da 10’uncu sırada yer alarak Cuma akışına kendince bir renk kattı. Yolu açık olsun, diyelim de...

İnsanların en zor durumlarda bile içlerinde bir ümit beslemeleri gerektiğini, yağmur altında sokağa atılıp ‘Bir Mucize Olsun’ diye yakaran ve süper zengin dede sürpriziyle mucize dileği gerçekleşen Damla vasıtasıyla anlatmaya soyunan dizi Çukurdere’nin sefaletinden Sancaktar Ailesi’nin zengin sefilliğine hızlıca dalış yaparak çıktı karşımıza. Bu noktada dizinin geneli hakkında söylenmesi gereken ilk söz, en dramatik olması gereken sahnelerde bile trajikomik bir hava estiren akışın farklı yapımlardan kotarılmış izlenimi verdiğine dair olmalı. Zira kamyonla işlenen kaza süslü cinayet ve sağ kurtulan çocuğun bir aileye teslim edilmesi olayıyla ‘Kış Güneşi’ni anımsatan senaryo, bundan sonraki gelişim atmosferiyle de ‘O Hayat Benim’in tadını hissettirdi en kestirmeden.

Haberin Devamı

Hatırlanacağı üzere ‘O Hayat Benim’de Mehmet Emir ile Hasret’in aşkını kabullenmeyen Yusuf, kızının hayatı pahasına tavrını koyup torununu da İlyas ile Nuran’a teslim etmişti. Yıllar sonra da vicdan azabıyla torununu bulma derdine düşmüştü. ‘Bir Mucize Olsun’un çıkış noktasına baktığımızda burada da kızının düşman aileden biriyle evlenmesini kabullenmeyen Azim’in yok ettiği aile dramı ve giderayak hissettiği vicdan durumu mevcut. Bahar’ın yaşadığı Gelincik Yokuşu, Damla’nın içinde boğulduğu Çukurdere oluvermiş. Bahar’ı arayan ve Mehmet Emir’in en yakını olan Ateş başarılı bir avukattı… Damla’yı hiç zahmete girmeden bulan Yiğit de aynı şekilde bir avukat. Atahan Ailesi’nin geçmişi, cinayetlerle karanlıktı, Aziz Sancaktar da ispatlanamayan cinayetlerle ilişkili. Bahar’ı ezip Efsun’u parlatmak için çırpınan Nuran, paragöz ve yaygaracı bir tipti; abartıda sınır tanımayıp kızını kollayan Maksude de tıpkısının aynısı. Yani her anlamda benzerlik gani gani… Öyle ki, öz kızını çalıştırmazken Damla’nın etinden sütünden faydalanmak için türlü garipliği sergileyen Maksude’nin, Yiğit’e yalan söyleyeceğini ve ayaklarına gelen zenginlikten nasiplenme derdine düşerek kendi kızını Damla diye tanıtabileceğini bile düşündüm bir an. Neyse ki senaryo bunda aynılığa gitmemiş.

İçerik benzeşmesinin dışında her ikisi de Pastel Yapım imzası taşımakta. Ayrıca ‘O Hayat Benim’in senaryo ekibinde adı geçen Can Sinan tarafından kaleme alınıp ‘O Hayat Benim’in yönetmenlerinden olan Hamdi Akan tarafından yönetilmekte. İlaveten Ahu Sungur da iki dizinin ortak isimlerinden. Gerçi burada sosyetik değil de alt tabakadan bir karakteri başarıyla canlandırmakta ama yine de ortak nokta olarak dikkat çekici.

Anlayacağınız FOX’un yeni dizisi bize, ‘O Hayat Benim’le ‘Bir Mucize Olsun’ dedirtti! Yayınlandığı kanal da aynı olan ‘Bir Mucize Olsun’un bende yarattığı ilk izlenimse, bu dizinin abartılarla sezonlar boyu ayakta kalmayı başaran ‘O Hayat Benim’in izini sürme hedefinde olduğu şeklinde. Böylesi bir akılcılığı alkışlamayıp da ne yapacağız? Dahası bu süreçte en az ‘O Hayat Benim’ kadar mantıksızlık ve abartı sergileme de ihmal edilmemiş. Şimdi de bunların neler olduğuna göz atalım kısaca…

‘BİR MUCİZE OLSUN’, SABIR TESTİ ÖZELLİĞİNDE!

Abartıda ve mantıksızlıklarda sınır tanımayan işlerin daha çok rağbet gördüğünü işaret ettik ya… İşte ‘Bir Mucize Olsun’ dizisi de bu gerçek doğrultusunda ipini alabildiğine kopartanlardan biri olarak sahnede. Mantıksızlık ve abartı olayı en başından itibaren alabildiğine mevcut.

‘Kurtar beni dede’ feryadını duyan Azim Sancaktar’ın bol sulu rüyasından kanlı biçimde uyanışını ve şeytani karısının baştan kendini belli eden kötülüğünü izletmenin ardından Çukurdere’nin çamur deryasındaki Damla kızın üfürsen düşecekmiş izlenimi veren tablosunu sunan dizide aklımı kurcalayan en önemli detay, neden her sahnenin gereğinden fazla büyük büyük oynanarak sahteleştirildiği ve yersiz hareketlerle olayların şişirildiği hususu!

Mesela tiyatro oyunculuğunu çok beğendiğim Cihan Ünal’ın Azim karakterini niçin karikatürize ettiğini çözemedim bir türlü. Tamam, geçmişin vicdan azabını-acısını içinde taşıyor ve mevcut ailesinin paragözlüğüne öfkeli ama karakteri yerli yersiz saldırganlaştırıp böğürtmek niye? Masada toplanmış konuşurken birdenbire ‘Şirketimi kaptırmam’ fırtınası estirmenin veya Damla’yı tanıtma gecesinde uluorta miras paylaşımı söylemine girmenin ne anlamı vardı?

Keza Maksude’nin Damla’yı yatağından kaldırıp ekmek almaya yollama olayı da abartının abartısıydı. Ekmek kuyruğu(!) bekleyip dönen Damla’yı ite kaka götürüp ekmekleri çamura düşürtmesi, sonra da kızı tokatlayarak suya düşürmesi Yeşilçam filmlerinde bile görülmeyen sahtelikteydi. Nasıl ki, pavyon ortamı ve Damla’nın orada karşılaştığı muamele de aynı yersiz ve manasız abartıyla yaratılmıştı.

Esma’nın ve kardeşinin Azim Bey’in kızıyla damadını öldürttüğünü nereden bildiklerini sorgulatıp ‘Azim bunamış mı da işlediği cinayeti millete anlatmış’ diye düşündüren senaryoda mantık boşlukları ve anlamsızlıklar bunlarla da sınırlı değil tabii… Yiğit’in Damla’yı çabucak bulması tam anlamıyla komedi. Cinayeti işleyip Damla’yı Maksude’ye veren adamın adresini nasıl öğrendi mesela… Azim biliyorduysa niye kendi gidip almamış torununu onca zaman? Sonra Yiğit pavyona gidip Maksude’yi soruyor ama evine gitmek için sabahı bekliyor. Neden? Damla yağmur altında gecelesin de sudan çıkmış balığa dönüp daha aciz bir hal alsın diye mi? Peki ya sesinin detone olmadığı iddiasıyla ortalıkta fır dönüp kafasını bigudileyip yüzünü yeşillendirerek ‘Acaba biz dram değil de komedi mi izliyoruz’ sorusunu akıllara düşüren Maksude’nin kız arama sahnesine ne demeli? El insaf mı?

Garip bir biçimde, tıpkı ‘O Hayat Benim’in ilerleyen bölümlerinde olduğu gibi,‘Hem sabrımı sınarım hem izlerim’ etkisi yapan dizide, Yiğit’le Damla’nın alışveriş olayı da başlı başına bir mantıksızlık silsilesi! Pis koktuğu söylenen ama buna rağmen üstündeki elbiseleri değişmemekte direnen(banyo yapıp yapmadığı da meçhul) Damla’ya kıyafetlerinden ötürü hırsız muamelesi yapacak kadar klas bir mağaza havası verilen… Ve yılbaşı ağacıyla dikkat çeken yerde alışveriş yapıp ellerindeki torbaların ve kırmızı giysinin kıytırıklığıyla bu havayı yerle bir eden ikilinin Eminönü’nde midye yemesinin ve yağmurda ıslanmanın ardından balıkçı motoruna atlayıp gökkuşağının altından geçmeye heveslenmesinin mantığını açıklayabilen varsa beri gelsin. O çok pahallı ve sosyetik mağaza nasıl olmuştu da öylesine dandik poşetlere koymuştu ürünlerini? Dahası hangi semtteydi de bizimkileri ellerinde poşetlerle Eminönü’nde izledik?

SONUÇTA; Esma’nın Maksude’nin evini nasıl bulduğu, Esma tarafından ziyaret edilen Maksude’nin aralarında telefon alışverişi olmadığı halde Damla için verilen yemeğin yerini nasıl öğrendiği gibi daha pek çok mantık boşluğunun bulunduğu… Diyaloglarının basitliğiyle bezdiren... Azim Bey’e karşı çok ateşli davranarak ‘Kesin onun babası da Azim tarafından öldürüldüğü için böylesine hırslı bu davada’ diye düşündüren komiserle, ‘Çukur’daki Emrah’ı anımsatan… Sancaktar konağındaki cümle ahaliyle yapaylıkta ve canlandırma abartısında tavan yapan ‘Bir Mucize Olsun’ abartıdan hoşlanmayıp izlediklerinde mantık arayanlar için ‘sabır testi’ özelliğinde bir iş!

Hatta ve hatta dramı komedileştiren bu işin performansına, kurgusuna ve yönetimine bakıp ‘Dizi sektöründe yeni bir tarz mı deneniyor’ sorgusunu yapmak bile mümkün. Dolayısıyla her şeye rağmen böyle bir tat sunup izletmeyi başararak kendi mucizelerini yaratanları alkışlamak şart.

Ne kadar mantıksızlık ve abartı, o kadar başarı… Gerçek mucize budur işte!

Anibal GÜLEROĞLU

www.twitter.com/guleranibal