Son zamanlarda ekranlar insana dair haberlerle dolu. Kimi Yavuz Bingöl’ün sözlerinden başlatılan tartışmadaki gibi kişi bazında zümrelere yönelik… Kimileri de Suriye’den, Amerika’dan ve farklı ülkelerden yansıyan kıyımları, insani tepkilere. Hem de onca teknolojik gelişmenin, yüzyılları devirmenin ırk ayrımcılığını yok etmeye yetemediğini, gücü elinde tutanın her daim insanlığa kara lekeler sürmeye hazır olduğunu gösteren türden.
Çağ değişiyor, aşk masal oluyor ama ölüm gerçeğinin herkesin başında olduğunu umursamayan insanın, insanı farklılıklarından dolayı katletme hırsı... Körü körüne eleştirme mantığı hep aynı kalıyor!
Yok olan hayatlar… Parçalanan aileler… Ve sürgünler… Kimi kez bir paragraflık haber dahi olamayan bu öykü girdabında yaşananlar o denli çarpıcı ki, geçmişten günümüze böylesi utanç tablolarının kurguların dünyasındakilere ilham kaynaklığı etmesi kaçınılmaz doğal olarak. Berlin’den Cannes Film Festivali’ne, Altın Ayı’dan Altın Portakal’a bol ödüllü yönetmenimiz Fatih Akın da böylesi hassasiyetle filmlerini yapıp, ‘insan’a kayıtsız kalamayanlardan.
‘Siyasetçi değilim, sinemacıyım’ diyerek en baştan bu yönde gelebilecek eleştirilere kapısını kapatan ve Türkiye’nin bu filme hazır olduğunu galada gören Fatih Akın, ‘Yaşımın Kıyısında’, ‘Duvara Karşı’ isimli yapımlarının ardından ‘Aşk, Ölüm, Şeytan’ üçlemesinin son filmi olan ‘The Cut/Kesik’te de insan hüzünlerini aktarma yeteneğini, insanlığa ve vicdanlara bir ‘kesik’ atarak konuşturuyor.
TURNA GÖREN KİŞİ UZUN YOLCULUĞA ÇIKAR
Prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan ‘The Cut/Kesik’, senaryosu Mardik Martin ve Fatih Akın tarafından kaleme alınmış bir yapım. Birinci Dünya Savaşı’nda yaşanan hayli hassas olan bir konuya değinerek geçmişin felaketlerini görünür kılmak isteyen ve böylece üçlemesindeki ‘şeytan’ olgusunu ‘insan’la özdeşleştiren Akın, bir tür kötülükle yüzleşme hedeflemekte
Yoğun ilginin gösterildiği basın toplantısında izlediğim filmde bu yüzleşmeyi yaşayabilmek için, tüm yorumları bir kenara bırakıp içeriğe ‘insan’ vasfıyla yaklaşmak ve sinematografik açıdan değerlendirmek gerek. Çünkü ancak bu açıdan yaklaşıldığında başrolde Tahar Rahim’in yer aldığı, görüntü yönetmenliğini Rainer Klausmann’ın üstlendiği filmin ‘insan kalbi kırmak’ için yaratılmadığı, aksine yaşanmışlıklarla bezeli insanı, insana anlatmaya çabaladığı kavranabilir… Büyük prodüksiyonu ve ‘dönem işi’ olarak hayli titiz bir yapıya sahip olduğu algılanabilir.
Kevork Malikyan ve Bartu Küçükçağlayan’ın performanslarıyla dikkat çektiği filmin içeriğine gelince… Mardinli Nazaret Manukyan’a odaklanıp 1915’ten start alarak yıllar sonrasına uzanan bir acı ve arayış öyküsünü aktarmakta.
Can çekişen Osmanlı’da azınlıklara düşman gözüyle bakma söyleminin ‘Bir varmış bir yokmuş’masalsılığında açılışını yapıp Mardin’deki Nazaret Usta’yı tanıtan başlangıç 1915 yılının Paskalya öncesinde Osmanlı'daki gerginliği ve satır arasında Ermeni çeteciliğini vurgulamanın ardından seyirciyi hüzünlü bir yolculuğa çıkartıyor.
‘Turna gören kişi uzun yolculuğa çıkar’ saptamasının Zeytun’da kaybolan Ermeni erkeklerine ve ‘sadık millet’ söylemine karıştığı bu süreç, Ağrı Dağı’ndaki sarı çiçeğin yüzünü güneşe çevirme öyküsüyle buluşurken, ikiz kız babası Nazaret Manukyan’ın evindeki yarı mutlu-yarı kaygılı aile tablosu da, Cano’lu ninniyle dalınan uykunun ‘Ermeniler açın kapıyı’ diyen jandarmanın sesiyle bölünüp 15 yaşından büyük erkeklerin toplanmasıyla noktalanıyor.
1915 tehcirini, taş kırdırılan ve yol yapımında çalıştırılan Ermeni erkeklerinin, eşkıyadan kaçarken tecavüze uğrayan kadının acılı yansımalarıyla geçip 1916’ya gelen filmin bundan sonrası tam bir yol hikâyesi. Bir yandan Ermenilerin İslam’ın ışığını seçme durumunda özgür bırakılmalarını, bir yandan da kabul etmeyenlerin boğazlarının kesilişini vererek gelişen öyküde, yaşadıklarından dolayı Allah’a isyan edip onu taşlayacak hale gelen Nazaret Manukyan’ın ve savaşın acılarından kaçanların yıllara-ülkelere yayılı dramı işleniyor.
Öte yandan bu filmde insanı derinden etkileyen vuruculukların detaylarına, yaşananların derinliğine inilmediği de kesin. Her şey özet geçilmiş... Anlayana sinek saz dercesine. İngilizce bakımından hayli eğreti duran konuşmalar da buna bağlı olarak kapsamlı değil. Sanki ürkekçe nabız yoklayan deneysel çalışma yapılmış gibi!
FİLMLERLE ŞEYTAN TAŞLAMANIN ANLAMI YOK!
Kimileri filmin içeriğini tek taraflı vs. gibi eleştirilerle sıfırlamaya çalışsa da bu noktada sapla samanı ayırmak gerek! Bunun için ‘The Cut/Kesik’ filmine önyargılı yaklaşmamak lazım. Zira senaryosu gayet dengeli, kurgusu başarılı olan film, geçmişe dair bir belgesel olma amacında değil!
‘Soykırım’ iddiasına girişmeden, savaş dönemine pencere açan yapımda kötülüğün yanında iyiliği, acımasızlığın yanında merhameti görmek mümkün. Ayrıca Fatih Akın’ın tarihsel yaşanmışlıkları içselleştirerek ortaya çıkardığı ‘The Cut/Kesik’ filminde, sadece Ermenlerin değil Çinli’den Arap’a her milletten insanın savaş yıllarındaki ezilmişliği görselleştirilmiş.
Evet. ‘The Cut/Kesik’ öyküsünü yaşanmışlıklara, tanıklıklara ve 7 yıllık bir belgeleyici çalışma temposuna dayıyor ama o aslında nitelik bakımından tekmili bir arada dramatik bir yaşam yolculuğu! Bu yolun taşları da, kendi haline yaşarken savaş ve ayrımcılık acımasızlığıyla karşılaşıp karısından, çok sevdiği kızlarından ayrı düşen bir babanın, nar tanesi gibi her tarafa saçılan insanların çilelerle dolu yaşam arayışıyla döşenmiş.
Susuzluk ve açlıktan ölen çoluk çocuk manzaralarının, kuyulara atılmış çıplak kadın bedenlerine karıştığı düşündürücü yaşam yolunda detaylar da çeşitli.
Halep’te İngilizlerin galip gelmesinin ardından oradaki Türklerin taşlanarak yollanışından, sinemanın ‘Şeytan işi’ kabul edildiği dönemdeki Charlie Chaplin filmlerinin nasıl ilgi ve hüzünle izlendiğine… Küba’daki insan manzaralarından, sakatları hor görüp ülkeye sokmayan Amerika’daki Yahudilere-Kızılderililere karşı tavır koyan Ku Klux Klan’ın ırkçı varlığına… Her türden ayrımcılık saptaması mevcut.
Son tahlilde; Suskunluğa mahkûm edilen Nazaret Usta’nın sessizliğiyle adeta üstü kapanan acıların suskunlaştırılmasını işaret eden Fatih Akın’ın ‘The Cut/Kesik’ filmi hiçbir siyasi kaygı veya iddia taşımayan, sadece insanlığın bugün de karşı karşıya olduğu savaş yaralarına, parçalanmış aile acılarına, ırkçılığa, ayrımcılığa odaklanan geçmişten geleceğe sinemasal bir çentik.
En basit ifadeyle ‘The Cut/Kesik’ filmini tanımlayacak olursak... Tıpkı Afrikalı Amerikalıları konu edinen yapımlarda olduğu gibi bu filmde de infaz, eziyet, tecavüz, hüzün var. Ancak intikam arzusuna, öfke kusan-hedef gösteren bir söyleme rastlanmamakta. Yani kimilerinin iddia ettiği gibi öyle tek taraflı, salt karalama özelliği taşımıyor ve ideolojik gözlüklerle kötülemeyi de hak etmiyor! Anlayacağınız isteyen izler, istemeyen izlemez ama eleştireceğiz diye çıkıp filmlerle şeytan taşlamanın da anlamı yok.
Anibal GÜLEROĞLU