İlk kez 1982 yılında 10. Uluslararası İstanbul Festivali kapsamında İKSV tarafından düzenlenen altı günlük film haftasıyla hayat bulan İstanbul Film Festivali, 32’nci kez açılışını yaptı.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın ve Bülent Eczacıbaşı’nın da katılımıyla Lütfi Kırdar Kongre ve Kültür Merkezi’nde gerçekleşen açılış töreni sinema, sanat ve iş dünyasından pek çok ünlü ismi bir araya getirdi.
Selma Ergeç’in, Nazan Kesal’ın ve Muhteşem Süleyman Halit Ergenç’in tema sunumlarını yaptığı festivalde Yeşilçam’ın yıldızlarından günümüzün gözde isimlerine herkes yerini almıştı. Yılmaz Erdoğan, Mert Fırat, İlker Kaleli, Ediz Hun, Türkan Şoray, Ekrem Bora, Hande Ataizi gibi isimler eskiyle yeniyi kaynaştırmak adına dikkat çekiciydi.
Kâr amacı gütmeden kültür ve sanatı yaymaya destek olmak için uğraş veren İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın gayretleriyle 1989 yılından itibaren uluslararası hale gelerek dünya çapında tanınan festivalin açılış gecesi, film temalarının ve içeriğin göz kamaştırıcı yoğunluğuna karşın oldukça sade bir havada yaşandı.
Mikrofonu eline alanın yerine oturmayı bilmediği çoğu etkinliğin aksine Onur Ödülleri’nin dışında kimsenin konuşma yapmadığı, siyasilerin sahnede gövde göstermediği açılış, bu sadeliğiyle hem salonu hıncahınç dolduran davetlileri bunaltmadı, hem de sinema özünden sapmamış oldu.
Emek Sineması ve oyuncu emeği üstüne dokundurmalar
CNN Türk tarafından naklen yayınlanan açılış töreninin sunuculuğunu Mehmet Ali Alabora üstlenmişti.
Geçen yılın renkli festival görüntülerinin ardından özenli ve hatasız bir şekilde sunumuna başlayan Alabora’nın ilk hedefi, AVM tepesine taşınma aşamasındaki Emek Sineması’nın durumuydu.
Alabora’nın Emek Sineması’nın kapalı oluşuna değinip onun topluma yeniden kazandırılması gerektiğini söylemesiyle birlikte, salonda müthiş bir alkış patlaması gerçekleşti. ‘Emek Bizim, İstanbul Bizim’ pankartının açılıp sloganlar atıldığı dakikaların İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın mevcudiyetinde yaşanması, gecenin en önemli ayrıntısı!
Milyonların yaşadığı İstanbul’da geçmişe saygılı bu kitle, koca denizde bir avuç su kadar bile olsa, her şeyin rant uğruna talan edilmemesi gerektiğini düşünen bilinçli insanların hâlâ var olduğunu göstermek adına dikkate değer bir güzellik.
'31 Mart Pazar akşamı Emek Sineması önünde bir açılış daha olacak. Sizleri bekliyoruz’ diyerek salondakileri ve tüm İstanbulluları bu konuda duyarlılık göstermeye davet eden Alabora’nın duyguları kabartan bu başlangıcının ardından vurguladığı Oyuncular Sendikası da ‘emek’ adına ayrı bir hassasiyet.
Setlerde ömür tüketenlerin haklarını korumak için tam iki yıl önce kurulan Oyuncular Sendikası televizyondan sinemaya, diziden filme, tiyatrodan baleye sanat yolunda harcanan emeğin hak ettiği değeri bulması uğruna kendini tanımlayan bir hareket. Her ne kadar mevcut düzende dizilerin süreleri kısaltılamamış, diğer konularda arzu edilen neticeler alınamamış olsa da, tıpkı Emek Sineması’nın kaçınılmaz akıbetine tepki göstermekten vazgeçmeme gerekliliği gibi, bu oluşumun da arkasında durmak gerek.
Onur Ödülleri hak edenlere gitti
200 kadar filmin yanı sıra usta sinemacıların katılacağı söyleşiler, atölye çalışmaları ve sinema dersleriyle İstanbullulara dolu dolu iki hafta yaşatacak olan Festival’in bu yılki ilk Onur Ödülü, Ediz Hun’un elinden Lale Belkıs’a gitti.
‘Bir filmde Ediz bana öyle bir tokat atmıştı ki şimdi özür için bu ödülü veriyor’ esprisini yaparak açılışa renk katan Lale Belkıs, ‘Bana hep kötü kadın dediler. Oysa ben kendine güvenen, dirençli kadını oynadım’ sözleriyle de kadınların ayakları üstünde durması gerektiğini hatırlattı.
İkinci Onur Ödülü, görüntü yönetmeni Aytekin Çakmakçı’ya verildi. Trabzon’da kurulan sinema derneğine dikkat çeken Çakmakçı ödülünü, ‘Mum Kokulu Kadınlar’ filmindeki performansıyla ödülleri toplayan ancak sinemada sonrasını getiremediğini itiraf eden Hande Ataizi’nin elinden aldı.
Onur Ödülü’ne layık görülen üçüncü isim olan senarist-yazar Ayşe Şasa açılışa gelemediğinden, ödülü Semih Kaplanoğlu’na verildi.
Son Onur Ödülü, finalini hala içime sindiremediğim ve ‘Yazık oldu’ dediğim ‘Kayıp Şehir’ dizisiyle en son izleyici karşısına çıkan yılların usta oyuncusu, çakır gözlü yakışıklısı Ahmet Mekin’in oldu.
Türk Sineması’nın özgür ruhlu bağımsız oyuncusuna ödülü, Yeşilçam’ın Sultanı Türkan Şoray tarafından takdim edildi. Her zamanki şıklığında sahneye çıkan Şoray, Ahmet Mekin’e ödülünü verirken oldukça heyecanlandı.
‘Çakır gözlerinizle çok güzel bakıyorsunuz’ diyerek duygularını dile getiren Şoray’dan ödülünü alan Mekin de, 57 yıldır sinema dışında başka iş yapmadığını belirtip gençlere aynı disiplini tavsiye etti. ‘Zor dostum zor’ mu desek?
‘Göz açıp kapayıncaya’ kısalıkta süren açılış töreni, Onur Ödüllerinin dağıtımının ardından Pedro Almodovar’ın ‘Aklımı Oynatacağım’ filminin gösterimiyle sona erdi.
Festival filmlerinden önereceklerim…
30 Mart-14 Nisan tarihleri arasında 2012 ve 2013’ün parlak filmlerinden unutulmaz sinema klasiklerine, usta yönetmenlerin başyapıtlarından Sundance ve Berlin Film Festivali'nde prömiyeri yapılan filmlere, Altın Lale ve FACE yarışmalarından belgesellere, çocuk filmlerine uzanan bir yelpazede izleyicinin karşısına çıkacak olan 32. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde dikkate değer filmlere gelince…
Uzun uzadıya saymak mümkün olmasa da birkaç öneride bulunmak isterim.
Tarkovski’nin ‘Solaris’inin senaryosunu da kaleme almış olan Ukraynalı Yahudi yazar Friedrich Gorenstein’ın bir öyküsüne dayanan ‘Kuleli Ev/House With A Turret’, hasta annesinin vasiyetiyle hareket eden bir çocuğun gözlerinden, ölüm tehdidiyle felç edilmiş, başkalarının acılarına karşı hissizleştirilmiş bir toplumun durumuna şahit olmak için biçilmiş kaftan! İnsanların baskılarla yozlaştırılmasının, çocuk ruhundan yansımalarını görmek isteyenlere tavsiye edilir.
İki kadın arkadaşın birbirlerinin oğullarına âşık olmasıyla gelişen ve ‘aile değerlerine aykırı’ görülerek hayli tepki çeken ‘Yasak Aşk/Two Mothers’, kadın ruhundaki ikilemi ve duygularla mantık arasındaki bocalayışları gözlemlemek açısından ilgiye değer bir yapım. Önemli olan ahlak kuralları mı yoksa aşkı doya doya yaşamak mı?
İlk kez Festival’de seyirciyle buluşacak olan ‘Köksüz/ Nobody’s Home’, bir kaybın ardından yeniden aile olmayı başaramayan, bu süreçte gün geçtikçe kendini yok eden dört kişinin kaybolma hikâyesi. Ahu Türkpençe’nin başrolündeki filmin yönetmeni Deniz Akçay Katıksız.
Yine ilk kez Festival’de izleyici karşısına çıkan ‘Yozgat Blues’ da göze çarpanlardan. Belediyenin açtığı müzik kursunda hocalık yapmanın yanı sıra AVM’lerde eski Fransızca parçalar söyleyen Yavuz ile marketlerde ürün tanıtımı yapan Neşe’nin Yozgat’a uzanan öyküsü günümüz insanına oldukça yakın durmakta.
Yerli ve yabancı yapımlardan ikişer öneriyle kısıtladığım Festival filmleri konusuna daha sonra dönmek üzere noktayı koyarken, CMYLMZ Fikir Sanat tarafından beş yıl süreyle finanse edilecek olan ve yeni yetenekleri desteklemek amacını güden ‘Seyfi Teoman Ödül’ bölümünü bu yıl devreye sokan 32. UİFF’de, NTV Belgesel Kuşağı’nın da en az dramalar kadar ilgiyi hak ettiğini belirtelim. İyi festivaller…
Anibal GÜLEROĞLU