Bir eleştiri yazısına başlarken en zor olan kısım güzelliklerden mi yoksa olumsuzluklardan mı konuya gireceğinize karar vermektir. Zira hangisinin ağır bastığı, sizin o konuya bakış açınızı gösterir. Tabi bir de ele alınanın kalitesini!
Davet edilmekten memnuniyet duyduğum ve iyi niyetle katıldığım ‘6. Uluslararası Elazığ Çayda Çıra Film ve Sanat Festivali’yle ilgili kritiğimi yaparken beni en çok zorlayan da bu ayrıntı oldu.
Gayretle yola çıkıldığından, Elazığ’a bir hareket getirip gelişimine katkıda bulunmak amacıyla düzenlendiğinden emin olduğum ve açılışında diğerleri gibi siyasetçi konuşmalarına yer vermemesini takdir ettiğim ‘6. Uluslararası Elazığ Çayda Çıra Film ve Sanat Festivali’ için hangisinden başlayabilirdim?
Bu noktada ikileme düştüm. Nihayet en iyisinin, festivalin gerçekleşmesinde emeği geçen kişiyle başlamak ve ortaya karışık bir eleştiri çıkartmak olduğunda karar kıldım.
Şoray’ın çayda çırasıyla yaratılan magazinsel ilgi
Elazığspor’un İstanbul’daki maçında açılan pankartı, milyon liralık reklama bedel gören Serdar Kara bu festivali yerleştirmek ve geliştirmek için koşuşturan kişi. Fırat Kalkınma Ajansı, Ticaret Odası, Valilik, Belediye, Et-Kurum Aş. gibi kuruluşlardan destek aldıklarını söyleyen Kara ‘İlk defa bu kadar rahat bir festival yapıyorum’ demekte. Yani bu organizasyonu Elazığ’ın hayrına gören ve devamı için mücadele veren Kara, festivalden yana umutlu. Ona bu umudu veren şey, ekranlarda festivalin yer bulması!
Peki, bu umut ne derece gerçekçi? Bunu irdelemek için festivalin hangi özelliğiyle ekrana taşındığına bakmak gerek.
Anneler Günü’nden başka Hemşireler Haftası’na da denk getirilen festivalde öne çıkan ayrıntı; Türkan Şoray’ın ‘Gönül bağım var’ demesine karşın 41 yıl semtine uğramadığı Elazığ’a, onur ödülü almak üzere gelmesi ve ‘Cemo’ filminin çekimlerinde attan düştüğü yer olan Harput bölgesinde düzenlenen meşk gecesinde çayda çıra oynayarak kameralara poz vermesi! Medyada ağırlıklı olarak yansıtılan bu... Oysa Türkan Şoray, Hemşireler Haftası münasebetiyle hastane ziyaretinde de bulunmuştu. Ama bunun magazin değeri olmadığından ve çayda çırayı gölgelemesi istenmediğinden göz ardı edildi. Kısacası, kameralar, kameralara oynanan oyunu resmetti.
Yani ‘6. Uluslararası Elazığ Çayda Çıra Film ve Sanat Festivali’nin ekranlarda ve basında yer bulması tamamen magazine dayalı. Zaten Türkan Şoray’ın kendisi de, zarif bir biçimde arz-ı endam eylediği çayda çıra ile bu doğrultuda olayın içinde yer almakta. Onun oyunu bittikten sonra ortalıktan kaybolan medya da ilginin hangi yöne olduğunu açık etmek için bir gösterge.
Şimdi bu gerçekler ışığında akılcı bir yaklaşımla soruyorum… Şayet Türkan Şoray olmasaydı, çayda çıra oynamasaydı ‘6. Uluslararası Elazığ Çayda Çıra Film ve Sanat Festivali’ medyada ne oranda yer bulurdu?
Eski Malatya Valisi Ulvi Saran’ın büyük gayretiyle başlatılan ve Kayısı Vakfı başta olmak üzere desteği bol olan Malatya Film Festivali bile çok ses getiremezken cevap vermek güç. Bundan dolayı, Elazığ’da bu yılki festivalin can simidi olarak Türkan Şoray’ın görülmesi ve ötesinin es geçilmesi büyük hata. Yerini bir dahakine kim ya da ne doldurabilir? Bu yıl, onur konuğu olacağı duyurulan ama gelmeyen Hülya Koçyiğit mi? Zor dostum, zorrr…
Festival hallerinde organizasyonun önemi
Festivalleri, festival yapan konuklarından ve içeriklerinden ziyade organizasyondur. Her işte olduğu gibi, festivallerde de şayet organizasyon yetersizse ve yük bir kişiye binmişse ne yazık ki aksaklıkların yarattığı olumsuzluk tümünü gölgeler.
Bu konuda baş sorun,‘Medyafaresi’ndeki köşemde ayrıntılarıyla ele aldığım, konaklama! Konaklama dediysem sanmayın ki bol yıldızlı oteller, ekstra hizmet peşindeyiz. Merkezde bulunsun, güvenle kalınabilecek, ahlaklı bir yer olsun yeter. Yıldızı, mıldızı önemli değil. Ama ne gezer… İşte burada organizasyon becerisi(beceriksizliği) çıkıyor ortaya.
İlk etapta saydığım kadarıyla 15 otel var şehir merkezinde. Belki de daha çoktur, bilemem. Buna rağmen insanları alıp merkezden oldukça uzakta ve güven telkin etmeyen odalarındaki başucu ampulleri kırmızı-mavi olan(Şimdiye kadar otellerde hiç rastlamamıştım. Vardır elbet bir hikmeti) bir yerde konaklatmak niye?
Üniversitedeki etkinlik bir mazeret olamaz. Çünkü zaten yazarçizer takımından misafir sayısı abartılacak bir rakam değil. Söylenti olarak kulağımıza çalınan, ‘Medya takımı içer. O yüzden şehir dışında kalsınlar’ mantığı da Serdar Kara tarafından kesinlikle yalanlanmakta. Bana göre de bu doğru ve hoş olmayan bir mazeret olurdu.
Geriye bir tek, beş yıldızlı otel kaprisindeki sanatçıları el üstünde tutup diğerlerini önemsememek kalıyor.
Göl manzarasıyla övülen yerin kış boşluğunu nasıl doldurduğu(biz kalmasak umurumuzda olmayacak da) şoförlerce bile malumken oranın tercihinin bundan başka açıklaması olamaz. Şayet alternatif kültür turizmine katkı için düşünülmüşse, o vakit de otel yönetiminin uygunsuzluk yaşanmamasına dair uyarılması gerekirdi.
Beni hayli etkileyen ve festivalden erken ayrılmama yol açan konaklama uygusuzluğuna sebep organizasyon bozukluğunun bir diğer dışavurumu, grubu yönlendirecek eleman yokluğu! Kim, neyin ne zaman yapılacağından habersiz. Hal böyle olunca da yağmurdan sucuk gibi ıslanılan Harput’ta, akşamı beklemek durumunda bırakılanlar, festivale geliş amacı doğrultusunda, sanat ve filmle ilgilenmek yerine okeyle vakit geçiriyor.
‘Yalan Dünya’daki Vasfiye Teyze’nin dediği gibi ‘Napacaan be yavrum… Tüm ilginin ve iltimasın birkaç kişiye yönlendirildiği yerde millet mecbuurrr’…
Ve Elazığ’ın güzellikleri…
Askeri tekneyle Hazar Gölü’nde yaptığımız turdaki görevlilerin nezaketi, bize eşlik etmesi için jandarma görevlendirilmesi kayda değer bir ayrıntı. Sivrice Öğretmen Evi’ndekilerin yakınlığı da aynı şekilde… Güç bela çıktığımız Hazar Baba Kayak Merkezi’nden görünen manzaranın güzelliğiyse her şeyin ötesinde. Arka planda Keban Barajı, öndeyse içinde tavşanları olan küçük bir adacığı bulunan Hazar Gölü… Osmanlı Konağı’ndaki Elazığ tatları… Harput Kalesi’nin aşağı tarafında kayalara dayalı bulunan ve Ortodoks cemaatin her yıl Meryem Ana Günü’nü kutlamak için Ağustos ayında toplandığı dünyanın en eski faal kilisesi… Buradaki Süryani görevlinin verdiği bilgiler ve şehir merkezine gidemediğim için bir türlü alamadığım orcik şekeri (cevizli sucuk)…
Bunların hepsi organizasyon bozukluğundan doğan olumsuzlukları biraz olsun gideren güzellikler. Şişelenmiş Munzur suyu ise ilgisizlikten dolayı dönmek durumunda kalıp kapanışına katılamadığım festivalde tattığım ve İstanbul’da da olmasını arzuladığım bir Tunceli lezzeti.
Sonuçta; biz de adının önüne ‘uluslararası’ ibaresini alan ancak bunun gereklerine henüz vakıf olmadığından yerine getiremeyen, ‘Anne’ temasını Oktay Kaynarca’nın birkaç cümlesinin dışında işleyemeyen, konuk kavramını özümseyemeyen festivalden umutluyuz. Baltalamak gibi bir niyetimiz de olamaz. Ancak aksaklıkların da gösterilmesinden yanayız. Nasıl ki hatalar, ders çıkartmasını bilenler için hoş görülebilirse, eleştiriler de hataları yinelememek için kabul edilebilmelidir. Dolayısıyla ‘Biz yaptık oldu. Beğenmeyen gelmez’ dememek lazım!
Anibal GÜLEROĞLU