“Su”dan sebeplerle inşa edilen mimari eserlerdendir hamamlar. Arapça hamem kökünden Türkçeye geçmiştir; ısınmak, sıcak tutmaktır anlamı; kökeni Asur’a, Roma’ya dayanır
“Su”dan sebeplerle gelişen mimari örneklerin ilk sıralarında su kemerleri, çeşmeler ve hamamlar gelir. Hamam mimarisi elbette yıkanma alışkanlığından, kültüründen doğar. Kayseri yakınlarındaki Asur yerleşkesi Kaniş’te ortaya çıkarılan küvetler, M.Ö. 2000 yılına dair su ve yıkanma kültürü için önemli bir belge niteliğinde kalıntılardır.
Ancak yıkanmaktan öte hamam yapısı Roma ile başlar. Hipocaust adı verilen ısıtma sistemini oluşturan Romalılar, ilk hamam yapılarını Pompei şehrinde inşa eder. Romalılar, hamam mimarisini, çevre ile pasif bireyler arasında aktif ilişkiler kurulması için geliştirir. Hamam mimarisi denilince akla ilk önce Roma İmparatorluğu gelse de “Roma hamamı” denildiğinde akla elbette bütün ihtişamıyla imparatorluk hamamları gelir. Öyle ki bir Roma imparatorluk hamamı on bir futbol sahası büyüklüğündedir. Ve bu dev kompleks, soğuk, ılık ve sıcak olmak üzere ana bölümlerden oluşur; ayrıca içinde kütüphane, spor alanları, yürüyüş mekânları gibi bir yapı bütünlüğü gösterir.
Roma’da herkes öğlene kadar çalışır öğleden sonra ise hamam ve meydanlarda yaşardı. Paganist Romalılar için tanrıların içeri alınmadığı tek yer hamamlardır denilebilir. Anadolu’da Milet, Perge ve Efes başta olmak üzere birçok antik kentte büyük ölçekli Roma hamamlarının yer aldığı görülür. Salus per aguas (SPA, suyla gelen sağlık) sözü, hem hamamlar hem de termal olarak nitelendirilen yapılar için kullanılır. Hamam kültürüne ilk darbeyi erken Hristiyanlar vurur. Hamamda yıkanmanın şeytan işi olduğunu öne sürerler. Böylece Roma, Hristiyanlığı kabul ettikten sonra tiyatrolarla birlikte ilkin tahrip edilen yerlerin başında hamamlar gelir.
Hamam, sirke ve su
Romalılar hamam mimarisini icat edip geliştirir, ancak bu sivil mimariyi devam ettiren ve yeni bir misyon yükleyen Türk kültürüdür. Roma hamamlarındaki havuzların yerini Türk hamamlarında göbek taşı alır. Çünkü Türkler durgun sudan hoşlanmaz ve kirli sayar. Dede Korkut hikâyelerinde,“Su tanrının yüzünü görmüştür” denilmektedir ve bu su akar bir sudur. Hz. Mevlânâ, “Bana üç şey sevdirildi; hamam, sirke ve su” der. Ve kendisinin çok sık hamama gittiği bilinir. Hamam, Osmanlı kültürüyle zirve noktasına ulaşır. Ne yazık ki son 50 yılda hamam kültüründen fazlasıyla uzaklaşmış durumdayız. Bunun temel sebebi evlerin içerisindeki banyolardır.
Kadınların kahvehanesi gibiydi
Osmanlı döneminde hamamlar özellikle kadınların kahvehanesi olarak ön plandadır. Çayhane ve kahvehanelerde sosyalleşen erkeklere karşılık kadınlar, her on beş günde bir hamamlarda sosyalleşirlerdi. Hamam bohçaları özenle hazırlanır ve hamama önceden gönderilirdi. Bohçanın şekli ve içeriğine göre kurna rezerv edilirdi. Hamama giden birine “iyi saatler olsun” denirdi. Yani cin ve perilerin olmadığı bir saatte hamamda zaman geçirilmesi temenni edilirdi.
Batıl bir inanç olmakla birlikte cin ve perilerin kirli suyla, özellikle kadınları çarpacağına dair inanç güçlüydü ve bu nedenle kadınlar ayaklarıyla zemindeki kirli suya basıp çarpılmamak için yüksek topuklu nalınlar giyerlerdi. Hamam objelerinin biçim alması bu örnekte olduğu gibi inançsal temellere dayanır. Gelin hamamı, lohusa hamamı, kına hamamı olduğu gibi erkekler için, asker hamamı, damat hamamı, sünnet hamamı gelenekleri vardı.
Başta Tokat ve Amasya olmak üzere Sivas, Erzurum, Kars, Kayseri, Eskişehir, Konya, Bursa, İstanbul hamam kültürünün devam ettirildiği önemli kadim şehirlerdir.