Kültürel kimlik, mutlaka en derinlerden en yükseklere kadar önce iyi bilinmeli sonrasında ise iyi tatbik edilmelidir
Toplumlar geçmişlerinden taşınmış dini, askeri, ticari veya sosyo kültürel eserleri her çağda ortak kabullenmelerle korumalıdır. Medeniyet kavramı, bu yaklaşımı içinde barındırdığından dolayı; kültür, gelenek, adet gibi medeniyet dairesine göre daha küçük ölçekli kavramlar öncelikle kendi anlamları içinde anlaşılmalıdır. Milletlerarası olması gereken her kültürel değere duyarlılık elzemdir. Kültürel miras eserleri toplumların ekonomileri, teknikleri, ihtiyaç ve gereksinimleriyle doğru orantılı bir gelişim ve değişim gösterir. Ve tüm eserlerin biçim ve içerikleri, kökene dair eğilimleri artık salt kronolojik tarihle değil sanat tarihi kapsamında da düşünülmelidir.
Bir toplum kendisinin “gerçek” bilgisini edinebilmeli ve bilincine erişebilmelidir. Bunu başarabilen toplumlar, ırksal milli öğeleriyle birlikteliklerini muhafaza etmekle beraber, milletlerarası olan kültürel sürecin eserlerine ortak miras olarak bakmanın ne anlama geldiğinin hazzını yaşarlar. Öte yandan kültürel ve sanatsal sürdürülebilirliği ancak uygar toplumlar yapabilir.
Kültürel kimlik eksikliği
Yaratıcı toplumlar; kendi çağlarının ihtiyacı olan ürünleri meydana getirmekle birlikte özgün eser, geçmişe yönelik yiğitlik öykülerini, başta edebiyat olmak üzere görsel sanatlara en az aktaranlardır. Keza yerleşik yaşam düzeyine düşünsel, teknik ve kültürün her boyutunda ulaşamamış toplumları en zirvede tutan anlayış kahramanlıklardır. Değer, ırksal, inançsal bağlılıkları zamana ve mekana göre değerlendirmektir. Gerek doğu gerekse de batı bu dönüşümü yapmak durumundadır. Kuzey ve güneyde bunu yapabilecek tarihsel sorumluluk olmadığına göre yeryüzünün bu bölgeleri her zaman doğu ve batının etkilerini yaşar ve yansıtır. Kültürel kimliğini eksik anlayan ve buna bağlı olarak eksik tarif eden coğrafyalarda yaşayan insanların kültürel miras ürünlerini muhafaza etmelerine faşizan düşünceleri engel olur. Doğaya, kozmoza, insana dair bilgi öngörüyü oluşturur; lakin her şeye karşı bir anlam bilgisi gereklidir. Anlam bilgisi hem bilmeyi öğretir hem de anlatabilmeye yöneltir. Anlatabilme çabasında olan da korumacılık duygusu ve becerisine sahiptir.
Şayet bir toplumda kültürel ve sanatsal varlıklar korunmak durumundaysa bu noktada uygarlık dünyasının yapısına aykırı bir durum vardır. Düşünce dünyasında böyle bir kaygı veya ihtiyaç asla olmamalıdır. Çok uluslu coğrafyada yaşayanların benliğini sanat eserleri belirginleştirmiş olmalıdır. Günümüz dünyasında halen tabana indirgenememiş, sahiplenme zihniyetinden uzak toplumlarda kültürel miras eserlerini koruma adı altında kurumların olması dahi, çağdaş insan düşüncesine sahip olunamadığını işaret eder. Klasik bilgi ve görgü eğitimi almış ileri toplumlar kültürel miraslar içerisinde yaşayarak bu mirasın canlılığını muhafaza ederler. İlkel toplumlar ise geçmişe ait her şeyi tahrip ederler; öte yandan yarı gelişmiş toplumlara bakacak olursak kendi ırk ve inançlarına ait eserleri korurlarken, öncekine karşı duyarsız kalmışlardır.
Kültürel bir mirası anlamaya çalışan ilkin o varlığın kimler tarafından niçin yapıldığını bilmelidir, sonrasında ise o eserin mahiyetini biçimsel, içeriksel olarak incelemeli ve nihayetinde ona saygı duyarak sahiplenmelidir. (Korumaya almak gibi daha düşük bir profil ile yaklaşmaktan öte.) Uygar toplumlar bir şeyin hakikatinin aslından geldiğini bilirler. Nitekim asıl bilinemez ise hayali, gerçekdışı, kökenden uzak, zan üzerine yaklaşımlar çoğalır. İnsanoğlu adına “bizim” demeyi öğrenmek istiyorsak, bizden haberdar olmayı bilmek gerekir. Bize bizi en iyi şekilde gösteren coğrafya ise Anadolu’dur. Bizden kastımız tüm insanoğlu olduğuna göre; Anadolu’dan merhaba insanlara…