Tüm şehirlerin en görkemlisi, en güzeli, en anlamlısı. Edebi olarak düz yazıyla söze gelirken içinde keyifle yürüdüğümüz, şiir diliyle de yedi tepesinden ayrı ayrı göklere koşarcasına yükselerek seyreylediğimiz şehirdir İstanbul
Yeryüzünde hem coğrafi güzelliği hem de tarihsel kültürel miras eserleriyle bütünleşmiş ve bu muazzam birlikteliğiyle açık ara tüm şehirlerden ayrışmış bir şehir varsa, orası doğrudan İstanbul’dur. “Tek başına” bir şehirdir. Bir İstanbul şairi ve düşünürü olan Yahya Kemal Beyatlı der ki, “Yeryüzünde birçok şehir birbirine benzer. Ancak yalnızca İstanbul kendisine benzer.”
Her yılın dört mevsiminde yaşatan bir şehirdir. İlkbaharı, Boğaziçi’nde erguvanlarla başlatır; yaz mevsiminde şehri çevrelemiş ormanlarıyla serinletir; sonbaharda yerler sarı ve yeşil, gökyüzü beyaz mavi olur; kış mevsiminde geceleri uzundur ama karanlıklar altında değildir, gündüzleri ise çarşı pazar çeşitliliği ve dinlenme noktalarının bolluğuyla kısa değildir.
2 bin 500 yaşında olan bu kadim şehri kendisinden dinlemeli, anlamalı ve anlamlandırmalıyız. Tarih, coğrafya şehri olmakla birlikte, onun aslının aslını edebiyat ve şiir dile, söze getirir. Tüm kadim şehirler, orada yaşayan insanlardan kendi karakterine uyum sağlamalarını bekler. Bir şehrin kimlik ve karakterine uyum sağlayanlar o şehri muhafaza ederler. Şayet şehri anlayamamışlarsa o şehri tahrip eder ve kimliğine zarar verdikleri gibi kendileri de kimliksiz bir kişiliğe bürünürler.
İstanbul’u Ayasofya’dan dinleyin
Bu kadim şehrin tarihini, masallarını, efsanelerini dinlemek isterseniz, şehrin kendisi gibi tek başına özelliğini muhafaza eden Ayasofya’ya gitmelisiniz. Ayasofya size kendi sembol diliyle şehrinizi anlatır elbette. Dinleyin İstanbul’u Ayasofya’dan defalarca ve akabinde şehri seyretmek için Ayasofya’ya en yakın yedi tepeden biri olan Süleymaniye’ye gidiverin. Bu defa şehrin mimarı Sinan, size bir başka dille şehrinizi sevdirecek, seyrettirecektir. Bu noktada dinlenin bol bol. Sıra tüm dinlediklerinizin ve seyrettiklerinizin tadını çıkarmaya geldiyse elbette istikamet Boğaziçi olmalıdır. 31 kilometrelik bu su yolunun her iki yakasında bulunan semtlerin (köylerin) her birinde yaşamaya bir ömür yetmez. Ortaköy’den başlarsanız Nedim’i duyarsınız Çırağan Sarayı’nın yanı başından: “Erişti nevbahar vakti açıldı gül i gülşen/Çerağan vakti geldi lalezarın didesi ruşen.” Fuzuli, Bebek’te, Anadoluhisarı’nda; Tevfik Fikret, Emirgan’da; Beş Hececiler, İstinye’de; Recaizade Mahmut Ekrem bekler sizi Divan, Servetifünun ve Tanzimat edebiyatından şiirlerle demlenmenizi sağlamak için. Öyle ya dinlemiştik Ayasofya’da, dinlenmiştik Süleymaniye’de; demlenmek için gelmedik mi Boğaziçi’ne?
Boğaziçi bizi seyreder
Karşı yakanın Beykoz’unda (Beyin cevizleri) Ahmet Mithat Efendi sergiler size yazdığı tiyatro eserlerinden birer sahne, damadı Muallim Naci olur derinden derinden bir şeyler. Paşabahçe’de çıkar karşınıza ressam Osman Hamdi; yalısının rıhtımından bir elinde fırça diğer elinden hiç düşürmediği fotoğraf makinesiyle. Anadoluhisarı’nda kimseye yer vermez Yahya Kemal Beyatlı; Kanlıca’da ancak yer bulur kendisine Ahmet Rasim ve diğer edebiyat ve düşün martıları. Samipaşazade Sezai, Şair Nigar Hanım ve elbette Çengelköy’deki çınar ağacının altından üstünden tüm dünyaya seslenen Nazım Hikmet. Biraz ötesi Üsküdar… Kuşkonmaz Camisi’nin avlusundan seyredin kendinizi, Avrupa yakasını ayna yaparak kendinize.
Boğaziçi akar her zaman, salına salına bizi seyreder; renkler mavi ve yeşil. Aralarda kırmızılar var elbette; dünyanın en güzel evleri olan yalıların çatıları… Şimdi size yıllar önce bana sorulduğu gibi, nerede yaşamak istersiniz bu dünyada? Elbette İstanbul dersiniz bence, benim gibi.
İstanbul’u merhaba diye diye tanıyın; İstanbul’u kadim olan her yerinden aşk ile hissedin!