“Cennet bahçesi” olarak bildiğimiz Güneydoğu Anadolu bölgemizin, dinî, askerî, ticari bakımdan Gaziantep ile birlikte iki önemli kentinden biridir Diyarbakır
Eski adı Amed olmakla birlikte 20’nci yüzyılın sonlarında Diyar-ı Bekr olarak anılırdı. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Diyarbakır” telaffuzu üzerine bu isimle tanıyoruz. Maden ilçesi yakınlarında bulunan Çayönü Höyüğü, Diyarbakır’ın kültürel tarihini milattan önce 7500’lere götürür. Neolitik dönem Anadolu’sunda ilk evcilleştirmenin gerçekleştirildiği yer olarak ön plana çıkar. Bu kadim şehri mart sonu ile nisan ayı ortalarına kadar gezmelisiniz. Diğer seçeneğimiz elbette ekim ayının ortası ile kasım sonlarına doğru olmalıdır. Yılın diğer aylarında sıcak sizi Diyarbakır’ı severek tanıyabilmenize engel olabilir.
Görkemli surlar
Şehrin en görkemli kültürel mirası elbette askerî bir mimari olan surlardır. Bazalt volkanik taşlarla inşa edilen surlarında yedi kapı bulunmasına rağmen, günümüze kadar gelebilmiş kapılarından Mardin Kapı ile Urfa Kapı, anıtsal özelliklerini muhafaza etmektedir. Bu iki kapı arasında kalp şeklinde yükselen merdivenler ilgi çekicidir. Birçok kitabe ve kabartmalarla süslenen surlar, salt bir yığma set değil, sanatsal ifadelerle süslenmiş olması özeliğiyle dünyadaki diğer surlardan ayrılır. Yaklaşık 5 bin 100 metre uzunluğundaki surlara yukarıdan bakma imkânınız olursa âdeta bir kalkan balığı şeklinde inşa edildiğine şahit olabilirsiniz.
Tarancı ve Gökalp’in evleri
Şehrin dinî mimari eserleri içerisinde en önemlisi Ulu Cami’dir. Başlangıçta bir pagan tapınağı, akabinde sinagog, ardından Mor Toma Kilisesi ve son olarak Selçuklu Sultanı Melikşah tarafından camiye çevrilen yapı, gördüğü bu işlevsellikleriyle önem arz eder. İslam âlemi için beşinci Harem-i Şerif olarak adlandırılacak kadar anlam yüklenen cami, bütün görkemiyle günümüze ulaşmıştır. Ulu Cami’nin hemen yanında Cahit Sıtkı Tarancı’nın doğduğu evi ziyaret etmelisiniz. Diyarbakır sivil mimari örnekleri içinde en özel yapı olan ve dört mevsimin koşullarına göre inşa edilen evde, şairin birçok şiirini yeniden hatırlayabilirsiniz. Öte yandan filozof Ziya Gökalp’in evi de aynı formda olup müze statüsünde görülebilir.
Dört Ayaklı Minare ise “küçe” adı verilen Diyarbakır sokaklarının darlığına entegre edilmiş tasarımıyla dikkate değer bir yapıdır. Birkaç yüz metre ötede Keldani Kilisesi, Ermeni Kilisesi ve Süryani Kilisesi sizlere bu şehrin dinsel ve etnik çeşitliliğini tüm zenginliğiyle gösterir.
Bir müddet dinlenmek için dar sokaklardan ayrılın ve Ulu Cami ile göz göze duran Hasan Paşa Hanı’na uğrayıp kahve için ve kadayıf tadıverin.
Sur dışını seyretmek
Mardin Kapı’nın üzerinden sur dışını seyretme vaktidir. Sur içi bej rengindedir, sur dışı yemyeşildir. Kıvrım kıvrım akan Dicle (Tigris) Nehri size zarif zarif gülümser hemen. Çıkın sur dışına, eşlik edin Dicle’ye; o sizi On Gözlü Köprü’ye (Dicle/Silvan Köprüsü) çıkarır ve sizinle sarmaş dolaş oluverir. On Gözlü Köprü, Akkoyunlu eseri olmakla birlikte Malabadi Köprüsü’nü mutlaka görün diye kendisini size sevdirir. Silvan ilçesindeki Malabadi Köprüsü ise 1076 yılında inşa edilmiş, yüz yıllarca en yüksek tek kemer özelliğini korumuş ve her iki ayakları içinde kervanların konaklaması için odaları bulunan tarihin bilinen en görkemli butik otel-köprüsüdür.
Gazi Köşkü
Yeniden Diyarbakır’a dönersek Gazi Köşkü’ne akşam gün batımına doğru gidiverin. Mavi gözlü dev adam Atatürk, Diyarbakır’da görev yaparken, bu Akkoyunlu konağında on bir ay kalmıştır.
Tüm dinamikleriyle geçmişinin görkemli günlerini kültürel miras eserleriyle gösteren şehrin İçkale’si son durağımız olmalıdır. El Cezeri başta olmak üzere birçok bilgin önemli çalışmalar yapmışlardır.
İki nehrin arasında olmasına rağmen, Tur Abdin (yüksek inançlı insanların ülkesi/kulların dağı) Bölgesi’ne bakar siyah siyah gözleriyle Diyarbakır.