Yeryüzü coğrafyasının hiç şüphesiz en güzel yeri İstanbul şehridir. Alphonse de Lamartine “Tarih ve coğrafyanın bütünleştiği şehir” olarak İstanbul’u gösterir. Napolyon ise “Şayet dünya tek bir devlet olsaydı, İstanbul başkent olurdu” der.
Doğu Roma ve Osmanlı imparatorluklarına başkentlik yapmış olan İstanbul’u özel kılan elbette Boğaziçi olarak işaret edilen su yolu ve Haliç su girintisidir. Asya ve Avrupa kıtalarını ayıran Boğaziçi (Bosfors / buzağı geçidi) adıyla da mitolojik söylencelere konu edilmiştir.
Boğaziçi, Doğu Roma (Bizans) döneminde önemli sayılabilecek bir yerleşke değildir. Boğaz’ın her iki yakasında az sayıda köy ve birkaç manastır bulunmaktaydı. Karadeniz üzerinden zaman zaman gelen korsanların yağma girişimleri nedeniyle Bizans bu kontrolü zor bölgeye gereken ilgiyi verememiştir. Boğaziçi kıyı ve koylarında kalıcı yerleşimi Osmanlı gerçekleştirmiştir. Özellikle de III. Ahmet ile II. Abdulhamid dönemi aralığında bu 31 kilometrelik su yolunun her iki yakasında oluşturulan yaşam ile bir medeniyet meydana getirilir. İmparatorluğun sağladığı olanaklarla inşa edilen yalı, sahilhane ve sahil saraylar ile Boğaziçi her biri birbirinden özel yapılarla donatılmıştır. 1851 yılında kurulan Şirket-i Hayriye’ye kadar pazar kayıklarıyla her iki yaka arasındaki ulaşım sağlanmıştır. II. Mahmud ve Abdulmecid’in çabaları sonucu Boğaz’da yolcu ve araç taşıyan gemiler devreye girmiş, Boğaziçi hayatında kolaylıklarla birlikte değişimler de yaşanmıştır. Hatta dünyada ilk arabalı vapur Boğaz’da hizmet verir. Şair ve düşünür Namık Kemal tarafından bu araba vapuruna suhulet (kolaylaştırıcı) adı verilir.
Toplam 360 yalı
Lale, gül ve erguvan çiçekleri arasında yükselen yalı ve saraylarda yaşayan insanlar genel olarak bürokrat ve tüccar sınıflarından oluşurdu. Ortaköy ve Kuruçeşme, hanedan üyelerinin hanım sultanlarına ait sahil saraylarıyla donatılmıştı. Bebek ve Arnavutköy; kalem şuarası ve gayrimüslim vatandaşların yoğunlaştığı alandı. Beylerbeyi ise ulema mensuplarının daha çok görüldüğü bir bölgeydi.
Şiddetli lodos zamanlarında adeta çok hızlı akan bir nehir görüntüsünde olan Boğaz’da ulaşım zor olsa da yaşam son derece keyifliydi elbette. Kalfalar, aşçılar, bahçıvan, kayıkçı, dadı ve diğer hizmetlilerle oldukça kalabalık bir nüfusu barındıran yalılar ve arkalarındaki koruluk arazi mensuplarının pek azı bu konutlarına birkaç kuşak sahip olarak yaşayabilmişti. Çünkü Osmanlı’nın siyasi ve idari yapısı burjuva hayatının devam ve sürekliliğine müsait değildi. Böylece yalı ve sahil sarayları sık sık el değiştirmiştir. Günümüzde Boğaziçi su yolunun her iki yakasında 360 adet yalı ve sahil sarayı bulunmaktadır. Bunların 193 tanesi Asya, 173 tanesi de Avrupa Yakası’ndadır. Ancak aralarından sadece 89 adedi birinci sınıf vasfını muhafaza etmektedir.
Edebiyatçılar yetiştirdi
Tanzimat ve Servet-i Fünun edebiyatının doğduğu yer olarak Boğaziçi’ni gösterebiliriz. Başta Recaizade Mahmut Ekrem, Tevfik Fikret, Yahya Kemal Beyatlı, Sami Paşazade Sezai, Şair Nigar, Ahmet Mithat Efendi olmak üzere birçok tanzimat aydını için Boğaziçi ilham yeridir.
Boğaziçi su yolundan geçerken yalı, sahilhane ve sahil saraylar insanda gıpta hissi uyandırır. Dışarıdan bu denli güzel gözüken bu yalıların içerisinden acaba dışarısı nasıl gözükmekte?
“Süsler penceremi gemiler; ses kuş sesi kuş da martı
Renkler yeşil ve mavi. Tonlar farklı.
Bir de kırmızılar var, çatılar
Odamın kokusu deniz.. Geceleri onunla uyur gündüzleri onunla uyanırım.
Perde diye bir şey yok
Akar Boğaziçi salına salına, beni seyreder
Dışarıdan bir düdük sesi gelir, içime işler
Şayet; yeryüzünde yaşamak için bir tek yer seç deseler; seni seçerim Boğaziçi.
Çünkü ben İstanbul’u sen sayar; İstanbul’u seninle yaşarım...”