9 Kasım 1988 tarihinde Galatasaray, Neuchâtel Xamax’ı 5-0 yenerek Avrupa’da çok büyük bir başarı kazanmasına karşın birkaç gün sonra UEFA’dan gelen şok bir kararla hükmen yenik sayılıp Kupalardan elenmişti.
Bu karar o tarihte ülkemizde çok büyük bir tepki ile karşılanmış, hak arama mücadelesi bir anlamda ülkenin temel meselesi olmuştu.
UEFA’nın tahkim kuruluna yapılacak itirazla birlikte İsviçre’de lobi faaliyetinde bulunak 8 kişilik bir heyet tespit edilmişti.
Sinan Erdem (TMOK Başkanı)
Necdet Çobanlı (FIFA Başkan Yardımcısı)
Şenes Erzik (UEFA Gençler Komisyonu Üyesi)
Halim Çorbalı (TFF Başkanı)
Türker Arslan (TFF Yönetim Kurulu Üyesi)
Togay Bayatlı (TSYD Başkanı)
Aldo Elagöz (Galatasaray Spor Kulübü Yönetim Kurulu Üyesi)
Ali Şen (TFF Dış İlişkiler Komisyonu Üyesi)
Bu ekibi oluşturan kişilerin taşıdığı kimlikler aynı zamanda Türkiye’nin gösterdiği duruşun da net ifadesidir.
Türkiye 1988’den 2012’ye kadar giden süreçte bu duruş değerlerini neredeyse tamamen yitirdi.
3 Temmuz’dan bir gün sonra temsil görevleri gereği Lütfi Arıboğan ve İlhan Helvacı’nın UEFA ile başlattığı diyalog ve ilişkiler sonucu 24 Ağustos 2011 günü Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi’nden men edildi.
Bu süreçte UEFA ile ne türden ilişki içinde olduklarını Fenerbahçe’nin CAS’a açtığı davada UEFA Müfettişi Cornu’nun hazırladığı savunmadan okuduk.
Cornu’nun “Fenerbahçe’nin %1 bile olsa masum olma ihtimali yok mu?” sorusuna TFF yetkililerinin verdiği cevap anlamlıdır.
Bu cevap 22 Ağustos 2011 tarihi itibarıyla sadece haksız değil; hukuksuzdu da.
Çünkü aynı müfettiş soruşturmayı yürüten savcı Mehmet Berk ile görüşmesinden gizlilik gereği hiçbir görüş, bilgi ve kanaat alamamıştı.
Her türlü gizlilik kararına, masumiyet karinesi ilkesine ve Anayasanın tarif ettiği kişinin özlük haklarına karşın TFF yetkilileri Cornu’ya Fenerbahçe’nin %100 suçlu olduğunu belirtmişlerdir.
Cornu gitmeden önce TFF ile yaptığı son görüşmede, Fenerbahçe’nin men edilmesiyle ilgili yaptırımlar içeren resmi bir yazı yazacağını belirtmiş; böylece TFF ile UEFA birlikte hareket edeceklerine ilişkin sözlü anlaşma yapmıştır.
CAS’a dava açılmış olmasa bu ilişkilerden hiçbirimizin haberi olmayacaktı.
Başka ne tür ilişkiler olduğunu bilmiyoruz. Bunun için hangi yollar izlememiz gerektiği konusunda da bizim aklımıza alternatif şeytani planlar gelmiyor.
1988 ile 2011 yılı arasında bu ülkede ne değişti?
Kuşkusuz çok şey…
Dün UEFA, Beşiktaş’ı Avrupa Kupalarına bir sene süreyle almayacağını belirten bir açıklama yaptı.
Bu kararın geçen yıl Fenerbahçe’nin men edilmesiyle niteliksel olarak önemli farklar içerdiğini söylememiz gerekiyor.
UEFA’nın finansal fair play ilkesine karşı yaklaşımını uzun zamandır takip ediyoruz. Bunun haklı sebepleri de var.
Akla uygun olan her şey doğru sonuçlar yaratır. Elbette doğru şekilde uygulandığı ve herkese eşit davranıldığı sürece bu ilke hayatın içinde karşılığını bulacaktır.
Ancak…
UEFA’nın bu sopayı öncelikle ülkemizin sırtına indirmesinden rahatsızlık duyuyorum.
Bu karara ilişkin objektif açıklamalar yapabiliriz.
Ancak UEFA, FFP kararlarını alırken kuşkusuz Türkiye’deki yolsuzluklar nedeniyle harekete geçmedi. Bunun geri planında çok daha büyük bir usulsüz para akışı olduğunu biliyoruz.
Avrupa’nın çok önemli marka kulüplerinin kendilerine sponsor olan şirketlerle ve bu şirketlerin ilişkide bulunduğu başka kulüplerle olan ilişkilerinden ne türden sonuçlar çıktığını, bütçelerin çok üzerinde astronomik futbolcu transferleri yapıldığını, bu transferler sırasında bambaşka anlaşmalar sağlandığını sonuçlardan yola çıkarak takip edebiliyoruz.
Avrupa’nın belli başlı marka değeri olan kulüplerinin borçlarının seviyesi hiç de azımsanacak boyutlarda değildir.
Durum böyleyken pilot ülke olarak Türkiye’nin seçilmesi ilk uygulamanın Beşiktaş üzerinde gerçekleştirilmesinin elbette girişte yazdığımız garip ve teslimiyetçi ilişkilerle direkt ilgisi olduğunu düşünmeden edemiyoruz.
Kendisini haberci, gazeteci olarak bilen bir takım kişilerin de her fırsatta UEFA sopasını göstererek bu ortama zemin hazırladığını yüksek sesle ifade etmeliyiz.
“Ben bir ay önce Beşiktaş’ın ceza alacağını söylemiştim” demekle gazeteciliğin bir boyutunu yapıyor olabilirsiniz ancak eğer çözümün de bir parçası olacaksanız konuşmanız, yazmanız yetmez.
24 Ağustos 2011 tarihinde Fenerbahçe’nin Avrupa Kupaları’ndan men edilmesi öncesinde gösterilen duruşsuzluk, ilkesizlik, teslimiyetçilik bizi bugüne getirmiştir.
O tarihlerde yazdığımız yazılarda hep geleceğe dönük bu günlere ait yorumlar yaptık.
Dün Fenerbahçe, bugün Beşiktaş ve yarın…
Kimse bulunduğu yeri güvenli görmesin; nereden gol yiyeceğinizi bugün bilemezsiniz. Sonra da derdinizi anlatacak, paylaşacak ve çözecek kişi bulamazsınız.