Fenerbahçe-Alanyaspor karşılaşması sonrasında “topa sahip olarak mı yoksa bırakarak mı maç kazanma” tartışmaları oldu.
Bu konuda herkesin kendine göre bir futbol anlayışı olabilir. Mesela tartışmalara katkı anlamında Mourinho’nun “3 Puanı ben aldım, istiyorsanız topu evinize götürebilirsiniz” yorumunu paylaşmak çok gerçekçi mi, çok emin olamıyorum. Birazdan detaylarına geleceğiz.
Neden?
Çünkü Mourinho’nun bu yorumunu kullananların, fiiliyatta savunma futbolu oynamıyor olsa da bazı maçlarında istediği futbol anlayışını sahaya yansıtamadığı için 2017-18 sezonunda Aykut Kocaman’ın Fenerbahçe’ye oynattığı futbola yaptıkları eleştirileri de unutmuş değiliz.
Her şekilde kazanmanın yolunu üretip, sahadan 3 puan ile ayrılıyorsanız kuşkusuz bunun üzerinden tartışma yürütmenin anlamı yok çünkü spor karşılaşmalarında sonuç kazanmaktır.
Ülkemiz futbolunun son 30 yılına damga vuran pragmatizm bize bunu öğretmiştir.
Ancak bunun istisnaları olsa da Avrupa’da ile aynı sonuçlara karşılık gelmediğini de biliyoruz.
Yıllar önce oynanan, dillere pelesenk olmuş, evsahibi takımın 2-1 kazandığı bir Celtic-Barcelona maçı vardır. 868’e 103 isabetli pasla topla oynama oranın %85’e %11 kaybeden tarafta olduğu, 8/25’e 3/5 şut istatistiğinin bulunduğu maçı Celtic kazanmıştır.
Kazanmış da ne olmuş peki? Celtic açısından kayda değer bir sonuç yok ortada. Kimbilir belki her yıl 7 Kasım günü Celticliler bu maçı hatırlayarak kutlama yapıyorlardır.
Ancak Barcelona’nın son 20 yıla damga vuran futbol anlayışı İspanyol Kulübüne 4 Şampiyonlar Ligi Kupası getirmiştir.
Topa sahip olmak inisiyatif demektir.
İnisiyatife sahip olan rakibinin iradesini de teslim alır.
Pozisyonel üstünlük irade sahibindedir.
Bunun en net sonucunu satrançta görürsünüz. Beyaz oyuna başlayan taraf olduğu için hep siyaha göre bir hamle öndedir. Ancak satranç oyununda siyahla oynayanlar da buna karşı stratejiler geliştirerek en azından oyunu eşitleyecek duruma gelebilmişler, hatta kazanç yollarını bulmuşlardır.
Ancak teoride tempoyu elinde bulunduran beyazın hata yapmadığı sürece kazanması normal sonuçtur.
Takım oyunlarında hem fiziki, hem teknik hem de stratejik üstünlüğü elinde bulunduran ekipler sonuçta kazanmaya en yakın olan, favori taraftır.
Rakiplerinin sahaya çıktıklarında yapacakları öncelik alanlarını iyi savunmak ve sonrasında da rakiplerinin bıraktıkları boşluklardan hücum ederek onları yenmeye çalışmaktır.
Başakşehir, Manchester United’ı bir kere, iyi mücadele ederek yenebilir; ama bu iki takımın gerçekliği, ikinci maçtır.
Tarihte savunma futbolu ile başarılı olmuş hatta dünya şampiyonlukları kazanmış takımlar, ülkeler vardır. Mesela İtalya buna verilecek en güçlü örnektir. Ünlü savunmacı futbolcuları ile anılır.
Brezilya ekolü tamamen estetik, futbolcunun yeteneğine dayanan tekniktir; ama 1994 yılında ön liberolu futbol anlayışıyla dünya şampiyonu olmuştur. Teknik direktörü bir sene sonra Fenerbahçe’ye gelerek orada başarısını bir kere daha tekrar etmiştir. Tesadüf değildir; o günden sonra futbolun saha içindeki taktik kurgusu değişmiştir.
Almanlar tarih boyunca güce dayalı futbol oynamıştır.
İngilizler klasiktir, muhafazakardır.
Mesela biz bunların hepsine ayrı haranlık beslediğimiz için Almanlar gibi güçlü, Brezilyalılar gibi teknik, İtalyanlar gibi iyi savunma yapan, İngilizler gibi de şablonlarına bağlı oynayan bir ekol yaratmaya çalışıyoruz; olmuyor tabi.
Hayal bu.
Çünkü andığımız tüm ülkelerin bir futbol kültürü ve geleneği var. Bunun üzerinde çeşitlemeler yapıyorlar.
Bizim ülke futbolumuz 1959’dan önce yok. Oradan öncesi efsanelere dayanıyor. İlk şampiyon 1959 yılında olmuş. İtalyanların, İngilizlerin hatta aynı gruba düştüğümüz Cebelitarık’ın bile 1890 yıllarda şampiyonluklar kazanmış takımları var ülkelerinde, bizim bulunmuyor.
Sağlam bir geleneğiniz ve kültürünüz yoksa başarılarınız da tesadüflere dayalı bir şekilde geliyor. Tekrar etmiyor.
Bu nedenle Fenerbahçe’nin basketbolda yaptığı hamle çok önemli ve değerliydi. Vizyonsuz ve küçük beyinli yaklaşımlarla öncesinde eleştirildi, sonrasında da emek heba edildi.
Basketbol aslında güzel bir örnek; çünkü Efes ile başlayan bir süreç var. Burada Aydın Örs’ün geliştirdiği basketbol anlayışının Avrupa ile rekabet edebilir hale gelmesini görüyoruz. Aydın Örs’ün takımlarındaki neredeyse tüm oyuncu ve teknik adamlar sonrasında basketbolumuzun belirleyicisi haline geldiler. Tanyeviç ve Obradoviç de bu gelişime 2000’li ve 2010’lu yıllarda büyük katkı sağladı.
Futbolumuz öyle değil.
Maalesef bunu Fenerbahçe-Alanyaspor karşılaşması sonrasında yaşanan günlük tartışmalarda daha açık ve çarpıcı bir şekilde izliyoruz.
Fenerbahçe sadece bir maç kazanmıştır.
Bu maçın stratejik olarak nasıl kazanılmış olduğu üzerine uzun uzun değerlendirmeler yapmak ne kadar anlamsızsa, teknik direktör Çağdaş Atan gibi rakibini küçük görmeler de gereksiz polemiklerdir.
Biribirlerine rakip olan teknik adamların maç önü ve sonrasındaki atışmaları rekabet açısından futbola zenginlik katacaksa da yolu bu değildir.
Sezon sonunda Çağdaş Atan, Erol Bulut’un üzerinde kalmayı başarırsa o gün “gördün mü tabelada ne yazdığını” diyebilir mesela.
Topu rakibe bırakarak her seferinde kazanacağını düşünmenin bir yere kadar sizi götüreceğini, bir noktadan sonra başka şeyler yapmanız gerektiğinin doğru olduğunu düşünenlerdenim.
Futbolun bir takım oyunu ve bunun da toplamda bir şeye karşılık geldiğini bilmek gerekiyor.
Bir kere doğru oyun sağlam bir savunma hattı anlayışıyla kurulur ve bu sahanın her yerinde her futbolcunun ikili mücadeleye girmesi ve ayakta kalmasıyla sağlanır.
Savunması olmayan, savunma yapmasını bilmeyen, mücadele etmeyen bir takımın 34-40 maçlık serilerde başarılı olması tesadüfidir.
Mourinho son yıllarda adı iyice anti futbol ile anılır oldu ancak onun Chelsea’ye Premier Lig şampiyonluğu kazandıran oyunu kalesinin önüne otobüs çeken bir anlayış değildi. Çok sağlam bir savunması vardı; oradan Terry ismini hatırlıyorum. Güçlü bir orta sahası bulunuyordu; bugün Chelsea’yi çalıştıran Lampard, bir dönem Türkiye’de oynamış Geremi ve ileride de Robben, Drogba’yı unutmamak gerekiyor.
İlk sezon 72 gol atıp sadece 15 gol yiyen, ikinci sezon yine 72 gol atıp, 22 gol yiyen; üst üste iki yıl şampiyon olan Chelsea’nın oynadığı futbolu izlememiş olanların bugün ahkam kesmesi de ayrı bir boşluk oluyor.
Ancak Avrupa’da futbol sürekli gelişiyor. Bir anlayış, diğerinin yerini alıyor. Alex Ferguson, Guardiola ve bugün Klopp bu gelişimin bayrağını taşıyorlar.
Hiçbiri savunmasız hücum futbolu oynatmıyor. Klopp, Liverpool’u 30 yıl sonra iyi bir savunma hattıyla şampiyon yaptı. Ama o takım bu sene Aston Villa’dan 7 gol yedi. Bunlar başka şeyler her maçın ve günün koşullarına göre değişiyor.
Fenerbahçe bu sezon futbolunu oynayarak geliştirmek zorundadır.
Ama girişte de yazdım, bana göre çok zor olsa da, her maçı 165 isabetli pas ile rakibine %70’e %30 ile bırakıp kazanırsa ve bunu yerleştirirse oturup bunu eleştirmek de anlamsız olur. Çünkü bu kazandıran bir sistem oyunu haline gelmiştir.
Buradaki temel bakış açısı yerleşmiş bir sistemdir.
Bir gün öyle diğer gün başka oynayarak da bir yere kadar gidebilirsiniz ama bir yere...