Türkiye’de spor bugün altyapılarda çocuklar daha henüz 7-8 yaşlarındayken başlıyor. Basketbol, voleybol, futbol gibi takım sporlarında 12-13 yaşlarında mücadele ettikleri ligleri var. Bu karşılaşmalarda zaman zaman en az profesyonel liglerdeki gibi büyük çekişmeler yaşandığını çok yakından biliyorum.
Çocuklar bu süreçlerden geçerek 20’li yaşlardaki üst düzey liglere hazırlanıyorlar. Önümüzdeki yıllarda liglerimizde çok daha nitelikli, donanımlı sporcular olacağını söyleyebilirim.
Bu çalışmalar başlatıldı.
Fakat yine de yetersiz. Neden? Çünkü sporcuya total anlamda bakış hala çok eksik kalıyor.
Türkiye’de yetenekli sporcuların aynı zamanda eğitimlerini devam ettirecekleri kurumlar çok sınırlı; belli bir yaş seviyesine gelen sporcu eğitim ile spor arasında seçim yapmak zorunda kalıyor.
Sporun temel taşlarından biri olan hakemlik müessesinin çok daha sorunlar yaşadığı bir gerçek. Altyapılarda basketbolun kurallarından habersiz hakemler var. Örneğin basketbolda 3 saniye, 5 saniye, atış halinde faul gibi konularda öylesine yanlış kararlar veriliyor ki kenardaki veliler saç baş yoluyor.
Hakem, hâkim gibi sahada son sözü söyleyen karar veren kişidir. Birçok kişinin aksine ben bu iki iş grubunu çok önemsiyorum.
Fakat özellikle hakemlere bu anlamda önem verilmediğini hakemlerin de kendilerini geliştirmediğini görüyoruz.
Bir kere hakem sahadaki en yalnız kişidir. Büyük baskı altındadır ve buna dayanması, etki altında kalmaması temel niteliği olmalıdır.
Üniversite sınavlarına 1986 yılında girdim. O yıl çocukların mesleklerini daha kolay seçebilmeleri için kişilik testi uygulandı. Açıkçası çok etkilenmiştim. Tekrar edildi mi bu konuda haberim yok. Test sonucu da birkaç hafta sonra açıklandı. Hepimizin çeşitli özellikleri neredeyse gerçeğe yakın şekilde tespit edildi.
Ancak bizler kişilik testlerine göre değil, 3 saatlik bilgi ölçümlemesine göre mesleklerimizi seçtik, bugün de onları icra ediyoruz. Bu çelişkinin insan hayatına nasıl eşlik ettiğini ben kendimden çok iyi biliyorum. Bu yazıyı okuyanların da aynı şeyleri düşündüğüne eminim. Geniş bir kesim kişiliğine uygun işlerde çalışmadığı gibi mutsuzluk içinde yaşıyor.
Çok iyi paralar kazanan kişiler dahi bu içsel çelişkiden kendilerini kurtaramadıklarının örneklerini görüyoruz.
Yaşanmış olaylarla devam edelim.
Askerliğimi 1994 yılında Ankara’da Cephanelik Müfreze Komutanı olarak yaptım. Çok zor bir görevdi. 50 kişilik bir müfreze takımı ile beş ayrı noktada üçer saatlik nöbetler tutuyorduk. Asker sayısı az olunca neredeyse her altı saatte bir nöbet sırası geliyordu. Müfrezenin izin almadan yerini terk etmesi yasaktı.
Cephaneliğin karşısında garnizonun çöplüğü vardı ve çöpler kontrollü şekilde yakılırdı. Bir gece çöplerden büyük alevler yükselmeye başladı. Tugay Nöbetçi Amirliği’ne durumu bildirmeme rağmen gerekli önlem alınamadı. Yangın her geçen dakika büyüyordu. Gözümüzün önünde oluyordu ve vadinin devamında yüksek ağaçlar vardı. Onlar tutuşursa felaket boyutuna ulaşacaktı.
Müfrezenin görev yerini terk etmesi yasak olmasına karşın o an bir karar vermem gerektiğini hissettim ve acil görev mangasını alarm düzenine geçirip, nöbet yerlerindeki askerlere gerekli uyarıyı verdikten sonra geri kalan grubu yangını söndürmesi için cephaneliğin dışına çıkardım.
Yangını söndüremesek de itfaiye gelene kadar kontrol altına almayı başardık, büyümesini engelledik.
Karar vermek çok önemli bir andır. Hayatta birçok seçimler yapmak zorunda kalıyoruz ve bunu çoğunlukla bilgiye, görgüye göre değil, sezgilerimize göre yapıyoruz. Bu da gerekli, duygusal zeka denilen kavram en az analitik zeka kadar önemlidir.
Ancak bütün bunları bir arada birleştirmek gerekli eğitimi doğru sentezlerle verebilmek gerekiyor.
Çok uzattım…
Hakemlerimiz de bizler gibi bu toplumun içinde yaşıyorlar oradan geliyorlar. Ancak bir süre sonra hakemler bizler gibi olmamalı, yaşamamalıdır.
Yaklaşık 650-700 milyon dolarlık bir ekonominin karar merkezinde bulunan hakemlerin çok daha donanımlı, eğitimli, cesaretli, güçlü; yargı kurumunun anayasal olarak güçler ayrılığına sahip olması gibi hakem kurumunun bağımsız, bağlantısız varlığını sürdürmesi şarttır.
Hakemler bu noktaya getirilebilirse günümüzde olmayan ve çok da gerekli olan saygınlıklarını kazanacaktır.
Sadece saygınlık yetmez, önyargılardan uzak bir karar verme iradesine sahip olmas,ı olmazsa olmazdır.
Hakemlerin doğru şekilde seçilmesi sonrasında ortaya çıkan Erman Toroğlu, Ahmet Çakar benzeri örnekleri de azaltacaktır.
Cumartesi akşamı Fırat Aydınus, bir futbolcuyu “lan” dedi diye atarken Erman Toroğlu çok yakın bir zaman önce televizyon kameralarının karşısında Emre Belözoğlu’na “sen kimsin ulan!” diyebilmiştir.
Dün akşam Galatasaray taraftarına “hayvan” demiştir.
Bunlar futbolumuza yakışmayan hakem duruşlarıdır, bu nedenle hakemlerin görevlerinden ayrıldıktan sonra vizyonlarını devam ettirmeleri görev yapan arkadaşları için de önemlidir.
Sanırım ne demek istediğim anlaşılmıştır.