İnsanlar yaşayarak öğrenirler ve bu tecrübeler her zaman kalıcı olur.
Önceki yazımda sürecin tamamlanmadığını daha yeni başladığını belirtmiş ve hukuksal durumun ne kadar çelişkilerle geliştiğini sıralamıştım.
3 Temmuz 2011 günü Fenerbahçe kendisini en güçlü ve zirvede hissettiği sırada darbeyi yedi.
Beş ana branşta gelen şampiyonluk sportif anlamda neredeyse Fenerbahçe’yi rakipsiz bir nokta getirmişti.
Ayrıca yapılan transfer çalışmalarıyla da özellikle kulübün lokomotifi futbol takımının gücü artmış direkt olarak katılacağı Şampiyonlar Ligi turnuvası için de iyi bir noktaya gelinmişti.
Yaşanılan son bir senelik performansa baktığımızda eğer 3 Temmuz yaşanmamış olsaydı ve kadrodaki bazı oyuncular ayrılmak zorunda kalmasaydı Fenerbahçe futbol takımının geçen sezon çok daha başarılı olacağını görebiliyoruz.
Ama o darbe geldi ve Fenerbahçe’yi en güçlü olduğu sırada yakaladı.
Şu bir gerçek ki Türkiye’de başka hangi kulübün başına gelmiş olsaydı Fenerbahçe’nin tecrübe ettiğinden çok daha kötü bir süreç yaşarlardı.
Fenerbahçe’nin sağlam kurumsal yapısı öncelikle kulübün dik bir şekilde ayakta durmasını sağladı.
Geçtiğimiz sezon diğer branşlarda ve özellikle Avrupa’dan gelen başarılı sonuçlar, kupalar bu kurumsallığın en önemli göstergelerinden biriydi; sadece özel bir motivasyona ait değildi.
Fenerbahçe’nin 2005’ten bu yana sportif anlamda kendisini tekrar eden istikrarlı başarı çizgisinin artık tesadüfi şampiyonluklardan ve kupalardan nitelik olarak ayrıldığını görüyoruz.
Ve 3 Temmuz olmasaydı bu başarı çizgisinin Şampiyonlar Ligi’nde de çizilmeye başlanacağını rahatlıkla söyleyebiliyoruz.
Fenerbahçe’yi bugün dahi diğer kulüplerden ayıran temel farklardan bir tanesi budur.
Fakat 3 Temmuz 2011 günü Fenerbahçe güçlü olmadığı birkaç yönü ile yüzleşti.
Nedir bunlar?
Eğer futbol özelinde konuşacak olursak; günümüzde futbol endüstrisini oluşturan temelleri defalarca kere burada sıralamıştık.
3 Temmuz süreci bize bunların arasında siyasetin de olduğunu öğretti.
İstanbul çok büyük bir metropol ve önemli sayıda milletvekili çıkarıyor. Ancak İstanbul milletvekilleri genellikle hem çok popüler kişilerden oluşuyor hem de kendisini İstanbul’un değil, Türkiye’nin temsilcisi sayıyor.
Siyasi olarak bunda bir yanlış yok.
Ancak metropol özelliği kazanmamış şehirlerin milletvekilleri kendi seçim bölgeleriyle olan organik bağını hiç yitirmiyor.
3 Temmuz öncesindeki teknik takip sonucu oluşan kayıtları okuduğumuzda özellikle geçen sezon Trabzon milletvekillerinin neredeyse tamamının takımın şampiyon olması için lobi faaliyetinde bulunduğunu gördük.
Yine Trabzon milletvekili olan bir bakan çıkıp “şampiyonluk kupasının ince ayar bir çalışma sonrasında şehre getirileceğini” söyledi.
Bir sezon önce aynı şeyler Bursa milletvekilleri tarafından yapılmıştı.
3 Temmuz savcısının “Fenerbahçe şampiyon olmasaydı bu operasyonu başlatmayacaklarını” söylemeleri de başlı başına önemli bir bilgidir.
Fenerbahçe bir şehre ait kulüp olmadığı için temelde onu sahiplenecek bir milletvekili bölgesini tarif etmek de çok zordur.
Ancak bir gerçek var ki futbol bir endüstri haline geldi ve ekonomik getirilerinden pay alınmak isteniyor.
Siyaset bütün bunları organize eden bir üstyapı kurumu olarak önemli ve göz ardı edilmemesi gereken bir gerçekliğe dönüşüyor.
Bunu ifade ederken elbette sporun siyasileştirilmesinden söz etmiyorum. Her ne kadar gerçekte bu ilişkiler birbirinin içine girmiş ve garip bir durum almış olsalar da…
Söz etmeye çalıştığım şey; Fenerbahçe ve Fenerbahçelinin 3 Temmuz süreci ve darbesinden öğreneceği, ders alacağı, bundan sonrasını yeniden planlayıp organize olacağı en önemli gerçekliklerden biridir.
Bu boşluğu dolduranlar her türlü kanun düzenlemesini yapmaya, değiştirmeye, etkilemeye güçlerinin olduğu gibi spor kulüplerinin ulaşmakta güçlük çekecekleri ilişkiler kurma yönünde başarılı olacaklarını yaşayarak öğrenmiş olduk.
http://twitter.com/uzaygokerman