Fenerbahçe bu hafta da kendisine gündem yaratmayı becerdi. Aslında Türkiye’de bu gerçek hiç değişmedi, değişmeyecek; Fenerbahçe sporun merkezinde olmayı sürdürecektir.
Futbolun sadece futbol olmadığını fark edeli epey zaman geçti sanırım. Ancak bu farkındalığın tabana eşit şekilde yayılması biraz daha zaman alacaktır.
Yalçın Doğan bu durum tespitini yaptığında 1980’li yılların sonlarına doğru geliniyordu.
Kuşkusuz öncesinde Cumhuriyet’ten bile öncesine dayanan bir tarihi misyon söz konusuydu. Yalçın Doğan’ın “Fenerbahçe Cumhuriyeti” tespitine bir katkı olarak da görülecek şekilde geçen sene buna “Fenerbahçe İdeolojisini” de ekledik.
Fenerbahçe bu ülkenin temeline işlemiş çok derin bir nüfuziyettir.
1980 Darbesi öncesinde sol kesim tarafından nefret edilen bir kulüptü. Devletle eşdeğer tutulurdu ve daha çok da başkanlarının ve yöneticilerinin MHP ideolojisine yakınlığı ile bilinirdi.
80 Darbesi’nden sonra seri başkanlık yapan Tahsin Kaya, Metin Aşık, Güven Sazak isimleri darbe kadrosunun inşaat yaptırdığı müteahhitler olarak göze çarpıyordu.
Güven Sazak isminin Gün Sazak ile birlikte hatırlanması da bütün bunları tamamlıyordu.
Sol entelijensiyanın önemli bir kesimi o tarihlerden itibaren Beşiktaş’a sempati beslemiştir. Bugün bu kişilerin bir kısmını hem siyasi hem de spor yazılarıyla biliyoruz. Beşiktaş’ın sol ile ilişkisi tamamen Fenerbahçe’ye karşı oluşturulmuş yapay bir zihinsel üründür; mesela İtalya’daki Livorno veya biraz daha zorlayalım Adana Demirspor gibi dayandığı tabanı da yoktur.
Aksine Beşiktaş’ın asker, istihbarat arasındaki yaygınlığı çok daha fazladır.
3 Temmuz sürecinde bu entelijensiya geride kalmış 30 yılın etkisiyle Fenerbahçe’yi çok kolay sanık sandalyesine oturtup, zihninde yargılamış ve suçlu ilan edebilmiştir.
Bu ülkemizin entelektüellerinin dünyayı algılama de değerlendirme zafiyeti ve zayıflığının en net örneklerinden biridir. Bizim entelektüelimiz Türkiye’yi ancak Avrupa’daki benzerleriyle kıyaslayarak anlayabilir. Bir model olmadığında da kendi seçimlerini duygularına göre yapar ve genellikle de sezgileri kendilerini yanıltır, her fırsatta çuvallar.
Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de spor kulüpleri egemen ideolojisinin üstyapı kurumları olarak örgütlenmiştir.
Bu anlamda Beşiktaş’ın Fenerbahçe’den hiçbir farkı yoktur.
Geçen sezon ilk dört hafta Beşiktaş’ın ligde fırtına gibi esmesi ve Bilic’in fazlasıyla ön plana geçmesi, etkisiyle “sosyalist takım” yakıştırması yapılmıştı. Ancak bunun nasıl tersine dönen bir vakum yarattığını bir daha kimsenin ağzına bile almadığını hatırlıyoruz değil mi?
Hiçbir başarı solla, sosyalizme ilişkilendirilemez.
Türkiye’de Fenerbahçe, Galatasaray ve Beşiktaş’ı birbirinden ayıran tek şey onlara gönül veren kişilerin tercihleridir.
Fenerbahçe’nin devletle bütünleşmiş ve popüler yapısı nedeniyle diğerleri tarafından sevilmemesi ve karşı olunması Türkiye’nin fiili durum özetidir. Bu durum aynı zamanda kitlelerin yönetilmesini ve yönlendirilmesini de kolaylaştıran bir unsurdur.
12 Mayıs 2012 günü Şükrü Saraçoğlu’nda Fenerbahçe’nin şampiyon olmasını bekleyen 55 bin farklı, ideolojiye, inanca gönül vermiş insan toplanmıştı. O gün Fenerbahçe bir gol atabilmiş olsa maçı yan yana izleyen laikle, şeriat yanlısı birbirine sarılıp o sevinci kutlayacaktı.
Bu kulüpleri yönetenler eninde sonunda ortak bir amaç ve ideoloji çerçevesinde buluşurlar.
3 Temmuz Darbesi dönemin hegemon olmaya gayreti içindeki bir grup tarafından kulübün ele geçirilip yönetilmesi ve yönlendirilmesi teşebbüsü olarak yüz yıldır var olan bu fiili gerçeği değiştirmeye çalıştı.
İşte Fenerbahçe İdeolojisi burada devreye girerek direniş gerçekleştirdi ve darbeyi eşi görülmemiş bir şekilde geri çevirdi.
Kuşkusuz burada tehdit edilen Fenerbahçe ancak yargılanan, suçlanan Fenerbahçe Kulübü’nün Başkanı’ydı.
İşte Fenerbahçe’yi Beşiktaş’tan ayıran en temel fark burada ortaya çıktı.
Beşiktaş kendi yöneticilerini “aklanın da öyle gelin” diyerek yalnızlığa terk etti; peşinden de “biz içimizdeki safraları attık” anlayışı belirdi.
Oysa Fenerbahçe kitle halinde kendisine yöneltilen şeyi ayırt edip, olayın bir Aziz Yıldırım meselesi olmadığını gösterdi.
Darbecilerin özellikle Aziz Yıldırım’la Fenerbahçe’yi birbirinden ayırma girişimlerine rağmen Fenerbahçe İdeolojisi burada devreye girdi. Çünkü bu suç tarihe yazılamazdı.
Fenerbahçe taraftarının Aziz Yıldırım’ı kollayıp, koruma altına alarak sahiplenmesinin geri planında Fenerbahçe vardır.
Ancak ortada da bir Aziz Yıldırım gerçeği olduğunu asla göz ardı edemeyiz.
Aziz Yıldırım’ı suçlayanlara yönelttiğimiz en temel soru şuydu.
“Her şeyi kitabına uygun yapan, sporumuza başka bir paradigma getiren bu adam nasıl olur da şike yapmaya kalkışır?”
Tarih 6 Kasım 2002, yer Şükrü Saraçoğlu; Fenerbahçe-Galatasaray maçı oynanıyor.
Fenerbahçe golleri peş peşe atıyor; ancak tribünlerde gol sevincinin dozu takıma ve kulübe zarar verecek boyutlara ulaşıyordu.
Atılan bir gol sonrasında baktık Aziz Yıldırım yerinde değil. Mikrofonu almış eline, stadyuma sesleniyor. Bir anlamda taraftarını azarlıyor, takımı nasıl desteklemeleri gerektiğini işaret ediyordu. Aziz Yıldırım yerine dönerken rahmetli Canaydın kendisini alkışlıyordu. Gollerin peşinden gelen bu birbiri içine girmiş görüntülerden Özhan Canaydın’ın Fenerbahçe’nin attığı golleri kutladığı algısı oluştu, ancak sayın başkan Aziz Yıldırım’ı bu davranışı nedeniyle alkışlıyordu.
Aynısını bir sezon önce kadınlara da yapınca kıyamet koptu.
Oysa Aziz Yıldırım hiç değişmemişti; her fırsatta tribünlerin taşkınlık yapmayan, insanların aileleriyle gelip, maçlarını izleyebilecekleri bir ortam hazırlamak amacıyla yapmıştı bütün tesisleri.
Şükrü Saraçoğlu’nda ne düşünmüşse, Ülker Arena’da da hedeflenen o olmuştu.
Kuşkusuz bu durum klasik taraftar anlayışının sonudur.
Bu Aziz Yıldırım’ın son 16 yılda Fenerbahçe’yi ekonomik olarak yönetme şekline de uygundur.
Bu dünyada spora bugün gösterilen yaklaşımla da uyumludur.
UEFA, FIFA, FILA, FİBA müktesebatına paraleldir.
Bu sporun bir endüstri gibi yönetilmesi fikrinin sonucudur.
Endüstri bir ürün yaratmak ve bunun global anlamda dünyada dolaşımda olmasını sağlamaktır. Buna engel olacak hiçbir şeye müsaade edilmeyecektir.
Aziz Yıldırım öyle ya da böyle bir endüstriyel tesis kuruyor, ürün üretiyor ve pazarlıyor.
Bugün Fikret Orman Beşiktaş’ta işte tam da bunu yapmaya çalışıyor. Göreceksiniz yakın zamanda Beşiktaş’ta da tribünlerde benzer uygulamalar yeni stadyum açıldıktan sonra yaşanacaktır.
Passalog’in kendisi de zaten bu endüstri kurumunun bir sonucudur.
Aziz Yıldırım’a 3 Temmuz’da her türlü desteği veren taraftarın Cumartesi akşamı oynanan Rizespor maçında tribünlere alınmaması bir vefasızlık mıdır, diktatörlük müdür?
Onların bakış açısıyla konuya yaklaşıldığında öyle ancak ortada bir de gerçekler var.
Aziz Yıldırım’dan bir direniş örgütü lideri olmasını beklemek tam bir saflıktır. Aziz Yıldırım’ın 16 yılda ne yaptığını hiç anlamamış olmak anlamına gelir bu.
3 Temmuz’da ne yaptığının da farkına varmamak demektir.
Bu yazımı “Değiştirilmek istenen ve amaçlanan yeni taraftar modeli üzerine” başlıklı yazımın bir devamı olarak okursanız daha yerli yerine oturacaktır.
Kuşkusuz bu yazının sonrasında da Aziz Yıldırım’ın yaptığını desteklediğim yönünde yorumlar gelecektir.
Tekrar etmemde fayda var; meseleyi sporun, futbolun temel gerçeklerine göre değerlendirmezsek ve kişiselleştirirsek ya da olduğundan farklı anlamlar yüklersek anlayamayız.
Global gelişim, dönüşüm sürecinin ne olduğu, ne şekilde planlandığıyla bir arada görke gerekiyor.
Aziz Yıldırım diktatörse de bugünün konusu değildir; 12 sene önce de diktatördü.
Ancak bu yakıştırma ona yöneltilen "kişisel" nefret ifadesinden başka gerçeği anlamaya yardımcı olmuyor.
http://twitter.com/uzaygokerman