Türkiye’de “iyi” spor yorumcusu olmanın genel kriteri ‘ortaya karışık konuşmaktır;’ haliyle derbinin skoru sorulduğunda da verilecek en güzel cevap 2-2’dir.
Bunun hakem versiyonu derbi maçları mümkün olduğunca berabere bitmesini sağlamaktır.
Dün akşam oynanan ve 87 farklı ülkede yayınlanan derbi maçını Bülent Yıldırım’ın nasıl yönettiğini gördük, bir fikrimiz var.
Peki, Cüneyt Çakır olsaydı nasıl sonuçlanırdı? Ya Mete Kalkavan? Ali Palabıyık? Halil Umut Meler? Fırat Aydınus?
Herhangi biri için kanatimiz var mı?
87 ülkenin futbol izleyicisinin maçın kritik pozisyonları ile ilgili farklı bir yorumu veya fikri var mıdır?
Kuşkusuz ve muhtemelen bizdekinden de farklıdır.
Hakemin bu kadar belirleyici hatalar yaptığı ortamda kaliteli futbol oynamak ya da konuşmak mümkün müdür?
Şimdi şu tespiti yapalım çünkü burada çok önemli bir detay bulunuyor.
Fenerbahçe ile Galatasaray son üç sezondur gerilim düzeyi giderek azalan maçlar yapıyorlar ve iki takımın karşılaşma içindeki futbolunu da etkiliyor yani özellikle bu sezon için bir hakemin bu iki takımın maçını yönetmeden önce strese girmesini gerektirecek bir sorun görünmüyor.
Dün akşam sahada gerçekten birbirine çok saygılı iki rakip ve futbolcular vardı.
Oyun sert miydi, yani rakibini sinirlendirecek derecede faullü hareketler bulunuyor muydu?
Kuşkusuz evet; ancak her sertliğin ardından futbolcular gittiler birbirlerini yerden kaldırdılar, uzatmadılar.
Mesela Beşiktaş-Fenerbahçe maçı böyle değildi; Fenerbahçeli oyuncular orada da aynı oyuncu grubuydu, tek farkla rakip başkaydı. Hakemler her iki maçta da bu maça benzer yönetim gösterdiler ve karşılaşma kontrolden çıkıverdi.
Peki dünkü karşılaşmada hakemin verdiği ya da vermediği fauller, göstermediği kartlar benzer sıkıntılara yol açabilir miydi?
Sonu ne olurdu?
Zaten derbilerin bu derece kontrolden çıkmasına neden olan bir bakıma hakemlerin yönetimsel orantısızlığı, standartsızlığı, ceza sahasında başka, dışında başka verilen kararlar değil mi?
Maalesef derbide futboldan önce hakemin net olarak öne çıktığını görüyoruz.
Bir maçta bir takımın üç penaltısını vermiyor, görmüyor ya da başka şekilde değerlendiriyorsanız; bu bilimde rastlantı, istisna ve istikrar üçlemesinde sonuncusuna karşılık gelir.
Muhabir Aykut Kocaman’a hiç utanmadan ve çok bilinçli bir şekilde şu soruyu yöneltiyor; “dünyada sizin kafanızdaki futbolu en iyi oynayan takım hangisi?” Hoca da karşılık veriyor; “bunun konuşulacağı yer burası değil. Şu anda maçı konuşuyoruz. Bu ancak sohbette konuşulabilir.”
Muhtemelen aynı muhabir Fatih Terim’e de şöyle bir soru yöneltiyor; aynı olması da gerekmiyor. Zaten standart bakış açısı böyle olduğu için kişilerin yer değiştirmesi bu bahiste istikrarlı durumu hiç değiştirmiyor.
“Galatasaray, tarihin en dar kadrosuyla şampiyonluğa gidiyor. Fernado sakattı. Ndiaye gitti.”
Fatih Terim de hemen minnet duygusuyla cevap veriyor: “Vay Allah razı olsun, bir kişi de bunu söyledi.”
Soruların seçimi, içindeki merhamet ve acımasızlık aslında hakemin de kararlarını belirleyen ana unsurdur.
Bu kişiler Mourinho’ya da benzer sorular sormaya kalktıklarında kurt teknik direktör cevap verme gereği bile duymadan, muhabiri onun hak edeceği şekilde küçümseyen bir yüz ifadesiyle geçiştirebiliyor.
Bu kadar acımasız bir ortamda sahada olan bitenle kim ilgilenir?
Biz yine de futbol konuşmaya çalışalım. Teknik direktörlerin yaptıklarını anlamak için kafa yoralım.
Fenerbahçe’nin mutlak surette kazanması gereken bir maç olduğu malumdu ve Aykut Kocaman son Beşiktaş kupa maçının görece başarılı olmuş kadrosuna yakın futbolcu grubunu sahaya sürmeyi uygun bulmuştu. Hatta fazlası vardı, Aatıf ve Alper kenarda Dirar ve Giuliano sahadaydı.
Kâğıt üzerinde olabilecek en uygun takım opsiyonuydu.
Genel strateji Galatasaray’ın görece zayıf olduğu düşünülen kanatlarına bindirmelerle, buradaki boşluklardan içeri ortalar yapılacaktı.
Fenerbahçe maç boyunca bu taktik formasyona uygun düzende oynadı, diyebiliriz.
Galatasaray Fenerbahçe’nin yumuşak karnı hızlı hücumlarla karşılık verdi ki burada Rodrigues isminin ön plana çıktığını söyleyebiliyoruz.
Aykut Kocaman’ın kafasındaki muhtemel planlardan biri maçı 60. Dakikaya kadar getirdikten sonra peş peşe yapılacak değişikliklerle oyuna yeni alternatifler sağlamaktı.
İlk yarı Fenerbahçe’nin iki net penaltısının verilmediği, her iki pozisyonun da hazırlanış bakımında taktik formasyona uygun olduğu göz önünde bulundurulursa aslında Aykut Kocaman’ın maç öncesindeki planın tuttuğunu söyleyebiliyoruz.
Burada hakem faktörü devreye giriyor ki bunu aşmanın mümkün olmadığı bir Türkiye gerçeği olarak ortaya çıkıyor.
İkinci yarı peş peşe giren Alper ve Valbuena değişiklikleri de Fenerbahçe’ye aradığı pozisyonları yakalamasını sağladı.
Oyunun bu bölümünde önce hakemin üçüncü penaltıyı vermemesi, sonrasında da bitirici son vuruşu yapamayan futbolcuların etkisi nedeniyle Fenerbahçe yine Aykut Kocaman’ın maç öncesinde hazırladığı plan tutsa da sonucu değiştirememiş oldu.
Maçın 0-0 berabere bitmesi bize bunları görmememize neden olmamalıdır ki oyunun özellikle son 10 dakikasında maçın Galatasaray’a gittiği pozisyonların da oluştuğunu, Volkan Demirel’in devreye girdiği gerçeğini de söylememiz gerekiyor.
Beraberlikle Galatasaray sanki şampiyon olmuş gibi sevindi.
Ancak sekiz hafta için 6 puanlık fark hiçbir takımı güvenli tarafta tutmaz. Hatta ligin yeniden başladığını bile iddia etmek mümkündür.
Bu maçı keşke UEFA’nın görevlendirdiği bir hakem yönetmiş olsaydı; kim bilir belki de hakemin vereceği bir penaltı ya da başka şekilde değerlendireceği kararlarla Galatasaray 19 senelik hasretine son verecekti.
Bülent Yıldırım istikrarıyla böyle olmayacağını çok iyi biliyoruz.