Genç basketbolcu Göktürk Ural’a tokat atıp özür dilemek için bir ay beklediği süreçte kıyasıya eleştirdiğim Galatasaray ve A Milli Basketbol Takımı Baş Antrenörü Ergin Ataman için “acaba kantarın topuzunu kaçırdım mı” duygusuna sahiptim düne kadar...
Şimdi anladım ki, eksik bile yazmışım!
Neden mi?..
Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım, Divan Kurulu’ndaki konuşmasında “antrenörlerin kulüp ve milli takımlarda aynı anda görev almasına karşı olduklarını” açıkladı.
Kişiselleştirmeden... Ergin Ataman’a değil; onun bulunduğu pozisyona karşı olduklarını.
Fikir hürriyeti var... “Ergin Ataman gitsin, Milli Takım’a bizim hoca gelsin” demediğine göre, böyle bir sistemin faydadan çok zarar getireceğine inanıyor demek ki. Çıkar, Basketbol Federasyonu Başkanı sayın Harun Erdanay gibi “Yüksek kaliteli hocaya gidip ‘10 ay yat, 2 ay çalış’ diyemezsin. Benim de gönlümden geçen Ergin hoca ya da başkasının sadece milli takım hocası olması. Ama bu ortamda bunu uygulamak kolay bir şey değil” gibi “teknik” bir yanıt verirsin; amenna...
Lakin, zihnin tokatlamak, ezmek, çiğnemek türünden Neandertal atalarımızın davranışlarını emrediyorsa... Ve bunlar imkansızsa... Fiziksel şiddete en yakın olanı yaparak, en zayıf noktasından mahvetmeye çalışırsın karşındakini.
Ergin Ataman’ınki gibi:
“Biz vatani görevimizi yapıyoruz, Allah herkese bu görevi yapmayı nasip etsin”!..
Bir Milli Takım Baş Antrenörü değil, komünde saygı ve itibarını devam ettirmek isteyen bir “çeribaşı” bile bu kadar belden aşağı muşta sallamaz düşmanına!
Ayıptır...
Senin “ek işten” aldığın parayla ayda yedi genç vatani görevini yapmış sayılıyor çağımızda!
Ölü, diri, sefalet, kaos, hiçbir felaketi tınmadan, ölçü, orantı, etik tanımadan sadece çıkarına odaklanan insanların CIA’da, MOSSAD’da görev almasını anlarım ama spor gibi sonuçta insanın yücelişine hizmet etmesi gereken bir uğraşta, üstelik Ay-Yıldız altında bu kadar zehir fazla.
‘Onur’umuzu korurken!..
Ne var bunda?.. Başkan İbrahim Hacıosmanoğlu’nun “ben varken kapıdan giremez” dediği stoper Mustafa Yumlu, izzet-i ikbal ile geri dönüp kampa katıldığı Trabzonspor’da, kaptan Onur Kıvrak da yönetici arabasına binmek isteyebilir...
Gerçi gerekçesi biraz tuhaf ama...
Takımın bindiği minibüs yerine yönetici Mercedes’inin arka koltuğuna kurulan Onur, ayrıcalık talebine şöyle bir kaldıraç bulmuş:
“Ben kaptanım”!..
İyi ya... Git minibüsteki takımının başına. Kaptanlık “hak”tan çok “görev” içerir.
Takımın kaptanı ne zaman haddini zorlayabilir?
Para alamıyorsa, gitmek istiyorsa, çıldırmışsa veya Trabzonspor gibi eksantrik ortamda.
Takımın ayarı en tepeden bozulursa, mantık arama... Taa sokağa kadar iner saçmalıklar.
Onur’un kampı terk edip Trabzon şehrine dönüşüne bakın.
Sanki UEFA Kupası’nı kazanmış takımın kaptanı gibi omuzlara alınıyor. “Onur’u satanı biz de satarız” diye haykırıyor taraftar. Onaylanıyor. “Helal olsun” deniyor.
Sebep?
Sportif direktörle, teknik direktörü madara etmiş!
Yarın öbür gün çat kapı yönetim kurulu toplantısına girse, “hakkıdır” diyecekler belli ki.
Daha sezon başlamadı, Trabzonspor’un nur topu gibi bir problemi daha oldu. Rakiplerden önce kendi aralarında güç gösterileri başladı. Tokuşan yumurtalardan bazıları kırılır, yazık olur ama onlara değil; Trabzonspor’a.
Trabzonspor’un özeti Şota’nın sorusundadır:
“Teknik direktöre ihtiyacınız yoksa bizi neden getirdiniz”?
Kaptan Onur’un tavırlarına bakarsanız, sadece Şota’ya değil, sportif direktöre bile ihtiyaç olmayabilir Trabzonspor’da.
Ama sayın İbrahim Hacıosmanoğlu şart...
Onun sayesinde ortam bulabiliyor Onur ve benzerleri.