Ağır makineli tüfeğin ecel notasında çınlayan kurulma sesi ve eşzamanlı “kıpırdama” haykırışını duyduğum anda aklımdan ilk geçen film şeridi değil yazıydı sanki:
“Bu defa ökseye düştün Ercan”...
Çok sıçramıştık ama buraya kadardı demek!
***
Üç haftadır Olağanüstü Hal bölgesindeydik ve kat ettiğimiz hemen her güzergah saat veya gün farkıyla “Örgüt” tarafından kesilmiş, bazen can almış bazen propaganda yapıp salıvermişti kurbanlarını PKK. Tabi kaçırdıkları da vardı. İlk adımı bir gün önce atsak en az altı kere enselenmiştik. Birinciden sonra yaşıyorsak elbet.
“Bu defa ökseye düştük” diye yazdım beynimin içindeki bir kağıda...
Saliseler sonra şimdi üniversiteyi bitirmek üzere olan beş yaşındaki kızımı ve eşimi düşündüğümü hatırlıyorum.
İnanılmaz ama “yandım şimdi” demedim. Kendime yanmadım. Çoğul üzüldüm... Yanımdaki iki gence acıdım. Gönüllü asistanım Bora Ağırbaş ve foto muhabirim Cüneyt Şengül.
Röportajın öznesi iki de Siirtli güreşçi bizimleydi ama onlar doğum yerinden, “yabancı” dillerinden yırtarlardı muhtemelen.
***
Evet, 20’li yaştaki iki çocuğu da sürüklemiştim ardımdan. İki genç çılgını.
Adamın kravatı var diye infaz edildiği bölgeye, albay amcasından tırıkladığı askeri botlarla gelecek kadar dağınık, bir o kadar cesurdu Bora. Mesleği bıraktı.
Cüneyt de öyle.
Güneydoğu röportajlarını bir ayda tamamlayıp döndükten sonra binlerce film makarasına gömülmüş Cüneyt’e “memnun musun” dediğimde “abi iş harika ama Türkiye buysa ben burada durmam” dedi. Şu anda Amerika’da yaşıyor.
***
Kıpırdamadık!.. Ellerimiz havada, Siirt’in ilçesi “Aydınlar” tabelasının yanında dikiliyorduk ve kaderimizi bekliyorduk.
O anda, grubun bize yaklaşma sesleri arasında postal rap rapını tanıdım “asker bunlar” dedim çocuklara. Mekap’tan öyle ses çıkmazdı.
“Korkmayın”!
Haklı olarak bir saat sitem etti subay. “Deli misiniz nesiniz, az daha vuracaktık” dedi.
Meğer tabelanın arkasında askeri birlik varmış, baskından şüphelenmişler. Asfaltın kenarına ağır makineliyi koyup pusuya yatmışlar.
Kim bilir kaçıncı kez sıçradık üç gazeteci çekirge olarak.
***
“Şurası örgütün infaz yeri”, burası emmimin can verdiği ağaç dibi” şeklinde rehber açıklamalarıyla güç bela vardık Aydınlar ilçesine.
Hedef Şeyh İsmail Fakirullah Hz. Türbesi...
Peygamber soyundan bu muhterem zatın türbesi aynı zamanda astronomi harikaları da barındıran ve tüm dünyada tanınan bir mekan.
Girdik avludan.
***
Cüneyt, bu mimari ve tarihi mücevherle güreşçileri aynı kare içinde toplamaya çalışırken, ben de aklımca en sota yere çekildim ve bir sigara yaktım.
Evliyaların memleketindeyiz. Ramazan ayındayız. Seferi falan tanımazlar kızarlar bakarsınız!..
Bir an köşede bir sakal görür gibi oldum. Ardından yerel dilde bağırış çağırış. Artan sesler ortalığın kalabalıklaştığı bilgisi veriyordu nöronlarıma ki, Siirtli iki güreşçi yanıma koşup “abi gitmemiz gerek” dedi.
Neden?
Ramazanda sigara içerken enselemişti beni o sakalın sahibi. Yetmemiş etraftakilere ihbar etmişti.
Avlu çıkışına geldiğimizde gördüğüm manzara aynen şöyleydi:
Yüzden fazla insan gözlerinde olanca nefretle, geleneksel yarım ay düzeninde bana veya bize yaklaşıyordu.
Acaba linç mi, sopa mı diye ihtimalleri kafamda sıraladığım ve sigaraya lanetler yağdırdığım anda siyah bir otomobil kalabalığı yardı zınk diye önümde durdu. Kapısını bana çarparak açtılar, yaka paça beni içeri çektiler. Arkadaşlarımı da.
***
Dediklerine göre belediye başkanı kurtarmıştı bizi.
Lakin Milli İstihbarat Teşkilatı’nın, hatta Askeri İstihbarat’ın bizi izlediğini biliyordum.
Cizre’de gıda toptancısı Cizrespor Başkanı’nın dükkanına gittiğimizde, yağ ve peynir tenekeleri arasında oturduğu yerden tespihini sallayarak “niye geldiniz peki” laubaliliğinden, çalan telefonuna uzandığı anda ayağa fırlayıp telefona ceket iliklediğini, telefonu kapatınca bize İçişleri Bakanı muamelesi yapmaya başlamasına tanık oldum mesela...
Tunceli’ye gazeteci kimliğimizi saklayıp girmemizin onuncu dakikasında çay içtiğimiz mekanı basan ve “bizi korumak için görevli” olduklarını söyleyen emniyetçilere hiç şaşırmadım. Çünkü korumaya “orayı çekmeyin lütfen” de dahildi.
Birileri 1995 gibi kritik yılda Güneydoğu röportajlarına engel olamasa da daha olaysız ve çabuk bitmesini arzu ediyordu besbelli.
***
Öyle bir güç kurtardı her halde bizi aynı ilçedeki ikinci badireden.
Siirt’in Aydınlar ilçesini hiç unutamam. Sadece orada bir gün içinde iki defa ölüme yaklaştım.
Geçenlerde Aydınlar tabelası indirilip yerine Kürtçe ismi “Tillo” tabelası kondu ya...
İşte orası ve o tabelanın yanı başıydı ilki. İkincisi Tillo’nun içi.
Neden mi yazdım?
Bizim meslek oturduğun yerden komplo teorisi üretmek ve tutanlarla övünmekten ibaret olmaya başladı.
***
Müthiş bir megalomani ve ben ben ben...
Haberden bihaber yorumcuların futboldaki ego savaşı sanıyor genç nesil bizim mesleği... Basın kartını, eski hakemler ile eski futbolculara verilen bir emeklilik sertifikası diye biliyor.
Eski futbolcular, hakemler de lazım elbet.
Ama önemli olan haddini bilmek!
Ne sizle başladı yorumculuk, ne de yorumculuk denilen meslek gazeteciliği bilmeyenlerin eline yüzüne bulaştırmadan yapabileceği ve gerçek gazetecileri aşağılayabileceği bir mevki ve sorumluluk.
“Aydınlar” yeniden Tillo oldu, kırk yıllık yorumcular bir türlü gazeteci olamıyor.
Neler yapmadık ki, bu ülkenin sporu için. Kimimiz stüdyodan sağa sola fırça çektik, kimimiz kelle koltukta gezdik.